Küçük deliliklerin ve büyük nefeslerin insanlarıydı onlar

Güncelleme Tarihi:

Küçük deliliklerin ve büyük nefeslerin insanlarıydı onlar
Oluşturulma Tarihi: Haziran 28, 2017 16:07

Sanat hayatının 50’nci yılını kutlayan sinema yönetmeni Ali Özgentürk’le baş başa…

Haberin Devamı

Dünyada ödüllere boğulmuş ‘At’… Hazal, Bekçi, Çıplak, Balalayka… Müthiş bir sinema geçmişi. Bu etkili film külliyatının öncesinde kahvelerde, köy meydanlarında, fabrika çıkışlarında oynanan tiyatro oyunları… Türkiye’nin toplumsal yaşamına dair belgeseller… Memleketin hafızasına nakşolmuş senaryolar… Dev isimlerle dostluklar, ortak ürünler… Bu yıl 50’nci sanat yaşamını kutlayan Ali Özgentürk’le ülkenin dününü ve bugününü konuştuk.

Sanat hayatınızın ellinci yılını kutladınız. Toplumsal yaşamı yansıtan filmler çeken, filmi yüzünden hapis yatmış olan bir sinemacısınız. Bugüne bakınca ne görüyorsunuz?
- Ben ağıt ve mağduriyet edebiyatından yana değilim. Hiçbir zaman da olmadım. O kadar güçlü bir ülkede yaşıyoruz ki… Dünyada en çok ilk romanın basıldığı ülke burası. Kendi alanım sinema açısından, belki hakikati anlatan filmler o kadar revaçta değil ama onlar da geri gelecektir. Bakın, geçmiş yüz yıllarda yok edilmiş bazı düşünceler bu ülkeye tesir edemez artık. Ümitten güçlü hiçbir şey yok. Son yıllarda ben Kadir Has Üniversitesi’nde genç öğrencilerle sohbet ediyorum. Ders gibi değil… Olağanüstü bir kuşak geliyor. Bu çocuklar alacak Türkiye’yi eline ve ben çok ümitliyim.

Haberin Devamı

Bu elli yıllık tecrübenin ardından, sizin hayatınıza bakınca Türkiye’nin bir dönemini de bütün önemli isimleriyle beraber görüyoruz. Memleketin kültür sanat hayatına yön veren isimlerle beraber olmuşsunuz, beraber üretmişsiniz… Ne dersiniz bu ortaklıklar için?
- Geçmişe bakmayı çok sevmem ama anlaşılan siz geçmişten çok soracaksınız. “En iyi okul arkadaşlık okulu” diyebilirim. Özellikle benden yaşça büyük çok arkadaşım oldu. Yılmaz Güney, Can Yücel, Melih Cevdet Anday, Yaşar Abi (Kemal)… “O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler” yazmıştı ya Yaşar Abi… Öyle. Ama sakın ümitsizliğe kapılmayın, her zaman vardır güzel insanlar…

Yaşar Kemal demişken, çok yakın dostluğunuz vardı. İkiniz de Adanalısınız. Ne öğrendiniz Yaşar Kemal’den…
- Yaşar Kemal’den hayal gücü öğrenilir. Florya’daki o evi hatırlarım hep. Tilda ve Yaşar Kemal’in o evinde çok kaldım… Koluma girerdi; yürürdük. İki buçuk saat hiç durmadan anlatırdı; yeni yazacağı romandan babasının öldürülüşüne birbirine bağlardı tüm konuşmaları… Bir romanın içindeymişsiniz gibi gelirdi.

Haberin Devamı

Küçük deliliklerin ve büyük nefeslerin insanlarıydı onlar

 

Beraber çalıştınız mı hiç?
- Çalıştık. Çok matrak bir anımız vardı bak; onu hatırladım şimdi. Onun ‘Ortadirek’ romanını film yapmak istiyordum. 12 Eylül öncesiydi… Öldürülme tehlikesi vardı; o yüzden Stockholm’de yaşıyordu o zamanlar. Gittim. Ortadirek’i senaryolaştırmak için çalışmaya başladık. İki buçuk ay kaldım orada. Epey tartıştık tabii bir yandan da… Tilda Abla rahmetli sağolsun, olağanüstü güzel bir insandı; çok katlandı bize. İlk günlerden birinde, “Kalk” dedi, “Gidiyoruz.” Gece 10-11 falan… Zannediyorum ki, gidip bir barda falan bir şeyler içeceğiz. Yürüdük yürüdük, donmuş bir göle geldik. “Hadi düş önüme, gölün üzerinde gideceğiz biraz da” dedi. Ben tabii korkuyorum, istemiyorum. “Ben her gün üzerinde yürüyorum; korkma” dedi. Yok mok derken, bir çekti elimden, buzun üzerine pat diye oturdum. Demir gibi buz. Neyse ileri yürümeye başladık. Elinde de bir torba var; içinde ne olduğunu bilmiyorum. Bir yere geldik; baktım, dallar çıkmış buzun içinden.

Haberin Devamı

Ağaç mı var gölün ortasında?
- Evet, ağaç var bildiğin… Yaşar Abi “Geldik” dedi… Torbasını açtı. Yiyecek, öte beri bir şeyler. Dallarda kuş yuvaları… Meğer her gün onlara yemek getirirmiş, donmuş gölün üzerinden geçerek. Sonra her gün beraber gittik oraya. Yaşar Kemal böyle bir insandır işte. Bir daha doğmaz böyle insanlar… Küçük deliliklerin, büyük cesaretlerin, büyük nefeslerin insanlarıydı onlar…

Starlar normal mahluklar değildir

Müthiş starlarla çalıştınız, arkadaşlık ettiniz. Türkan Şoray, Tarık Akan, Kemal Sunal, Yılmaz Güney… Çok büyük bir kuşak; bugünle karşılaştırırsanız ne dersiniz?
- Evvela şunu söyleyeyim: Şöhret, starlık değildir… Starlıktaki sevgi bağı farklıdır. Şimdi sinemada star yok. Saydığınız isimler gibi milyonları etkileyen isimler yok sinemada.

Haberin Devamı

Kıvanç Tatlıtuğ var mesela?
- O ve daha bir sürü isim dizilerden geldi. Sinema filmleriyle starlaşmış birisi yok.

Cem Yılmaz desem?
- Cem Yılmaz da stand-up’tan… Şimdi bak, bu starlık meselesini esasen sosyolojik olarak incelemek gerekir. Türkan Şoray, Adana’ya indiğinde 500 kişi onu karşılamaya gelir. Sırf görmek, belki dokunabilmek için. Cem Yılmaz için mesela yapmazlar bunu. İşte saydın; Kemal Sunal stardı; Tarık Akan stardı… Yürüyemezdik beraber. Adana’da benim ellinci yıl gecemde beş bin kişiyle fotoğraf çektirdi Türkân. “Ama onlar geçmişte başarılıydı” demek de olmaz. Bu geçmişin işi değil. Star bitmez. Bir star ancak öldüğünde biter. Zaten bu insanlar normal insan değildir.

Haberin Devamı

Nasıl normal değiller?
- Olumsuz anlamda söylemiyorum bunu. Sinema diye bir planetten düşmüş gibilerdir. O benim gecede de söyledim: Ben Türkan Hanım’a bakarak sinemaya aşık oldum. İnanılmaz bir oyuncudur. Türkan Hanım bir yürür, onun filmde yürüdüğünü görürsünüz. Kadın çantasında film taşıyor sanki. Bazı insanlarda vardır bu hava.

“Sophia Loren’de var” derler mesela.
- Evet, Sophia Loren’de var; Catherine Deneuve’de var… Bak bir de Sharon Stone’da var ki bizzat şahit oldum buna.

Nasıl?

- Bir gün Cannes’da, festival sırasında otelden denize doğru yürürken, “Ahhh bir şey geçti” dedim. Baktım; Sharon Stone… Bir ışık topu geçiyor gibi. İşte anlattım ya, farklı mahluklar bunlar. Mesela Yılmaz Abi de öyleydi… Güzel, yakışıklı bir adam değildi ama farklıydı; stardı. Anadolu’nun, yoksulların efsanesi olması boşuna değildir…


Yılmaz Abi Şerif Gören’in hakkını yemiştir

 Bir başka Adanalı, Yılmaz Güney…
- Yılmaz Abi’yle çok beraber olduk. Son yıllarında bazen ters düşsek de çok güzel anılarımız var. Çok önemlidir bizim sinema tarihimizde. Bazı takıldığım şeyleri vardır sadece…

Küçük deliliklerin ve büyük nefeslerin insanlarıydı onlar

Nedir mesela?
- Örneğin ‘Yol’ filmi… Çok güzel bir filmdir. Şerif Gören’in çok güzel bir filmidir. Yılmaz Abi’nin Şerif Gören’in hakkını yememesini isterdim. Fransa’ya kaçmıştı o dönem. Montajı orada yaptı. ‘Yol’u Şerif Gören çekmiştir ama ‘Yılmaz Güney’in hapishaneden çektiği film’ sloganıyla tanıtıldı; Avrupa da buna inandırıldı. Böyle bir şey mümkün değil elbette. Yılmaz Abi, Cannes’da ödül aldığını öğrendiğinde Şerif Gören’i oraya çağırmalıydı.

Şerif Gören de çok karşı çıkmadı buna…
- Çünkü çok efendi bir adam. Hapisteki arkadaşına destek olmak istemişti… O da girip çıktı ona bakarsan. Gandhi davranışı gibiydi. Sinemamız adına, adalet adına buna o zaman daha yüksek sesle herkes karşı çıkılmalıydı. Bu filmin bir Şerif Gören filmi olarak kabul edilmesi gerekir.


SELVİ BOYLUM AL YAZMALIM’IN
FİNALİ AZ KALSIN DEĞİŞİYORDU

 Türk sinemasının en büyük filmlerinden birinin, Atıf Yılmaz’ın çektiği, sizin yönetmen yardımcısı olduğunuz ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ın senaryosu da size ait. Yalnız bu filmin meşhur finaliyle ilgili enteresan bir ayrıntı var. Sizin 50’nci sanat yılınız için düzenlenen gecede, o filmde devleşen başrol oyuncusu Türkan Şoray da bir nevi itiraf etti; “Ben filmin o dönemki Yeşilçam filmlerine aykırı finaline itiraz etmiştim; Ali Özgentürk de kendi senaryosunda diretmişti; iyi ki onun istediği oldu” dedi. Neydi bu olay?
- İşte biliyorsun, finalde Türkan’ın oynadığı Asya, tutkuyla aşık olduğu İlyas’ı (Kadir İnanır) değil, ona ve çocuğuna emek veren Cemşit’i (Ahmet Mekin) seçer. Senaryoyu böyle yazmıştım ama filmin çekimleri esnasında Türkan Şoray tutturdu; “Asya filmin sonunda Kadir İnanır’a dönsün” istedi.

Küçük deliliklerin ve büyük nefeslerin insanlarıydı onlar


Neden?
- Çünkü star, stara dönermiş! Atıf Abi de onay verdi. “Bir şey yapamam Ali” dedi. “Filminiz de finaliniz de sizin olsun” diyip topladım bavulumu. Dağın başındayız... Yola düştüm. Bir araba gelecek, beni alıp gidecek. Bekliyorum. O sırada Rüçhan Bey’le karşılaştık. O zaman Türkan Hanım’la beraber yaşıyorlardı. Çok nazik, değerli, centilmen bir adamdı. Tam bir İstanbul beyefendisiydi. “Siz niye çekimde yoksunuz” diye sordu bana. Anlattım. “Emin olun, haberim yok” dedi bana. “Bakın” diye izah ettim ben de: “Türkân, Kadir’e döner ve hoş bir final olur ama bu hakikat değil. Çünkü istediği kadar aşk olsun, yıllarca bir kadını çocuğuyla bırakıp gidilir mi? İşte Rüçhan Bey, siz buradasınız; Türkan Hanım’ın yanındasınız, nasıl sabırla, sevgiyle ilgileniyorsunuz. Sevgi böyle görünen bir şeydir aynı zamanda. Ve bu film için de iyidir. Leyla ile Mecnun efsanesi, kavuşamadıkları için efsanedir. Hikâye böyle böyle seyircide devam eder. Seyici sinemadan çıkar ama, hikâyeyi de evine götürür.” Rüçhan Bey dinledi dinledi ve nihayet bana hak verdi. Sonra da “Ne olur gitmeyin Ali Bey, içiniz rahat olsun, ben Türkan’ı ikna edeceğim” dedi. Etti de.

Peki o meşhur “Sevgi neydi; sevgi iyilikti, dostluktu; sevgi emekti” repliğini de siz mi yazdınız?
- Tabii ki (Gülüyor). O da neydi biliyor musun? O sırada ilk eşim Işıl Özgentürk’le evliydim. Atıf Abi bu senaryoyu verdi. Bir sene falan sürdü yazması. Bugüne kadar da beş kuruş almış değilim bu işten (Gülüyor). Evimize Işıl Hanım bakıyordu. Ben de bebeğimize bakıyordum. 1976 doğumlu ilk kızım. Karda onu, arabasıyla Erenköy Kız Lisesi’nin bahçesine götürüyordum. “Sevgi emekti” işte bebeğime bakmaktan doğdu. Ona verdiğim emekten doğdu.

 

Kemal “Uçakta yanıma sen oturursan gideriz” demişti

Kemal Sunal’ı 17 yıl önce bugünlerde kaybettik. Yakın dostunuzdu. Sizinle beraberken, sizin çekip onun oynayacağı ‘Balalayka’ filmi için Batum’da sete giderken, uçakta kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Nasıl hatırlarsınız dostunuz Kemal Sunal’ı?
- Kemal çok düzgün bir insandı. Ahlakı, saygısı çok güçlüydü. Filmlerindeki mizahın yarısını bizzat kendisi üretirdi; doğaçlamadır o mizah. Bizim ulusal komiğimizdi. Nasrettin Hoca, Keloğlan gibiydi. Hayata bakışı da öyleydi. Ama çok ciddi bir insandı aynı zamanda. O Şaban karakterini ciddi bir yoldan elde etti.

Küçük deliliklerin ve büyük nefeslerin insanlarıydı onlar

Siz ‘Balalayka’nın hikâyesini Kemal Sunal’ı düşünerek yazmıştınız, değil mi?
- Çok uzun zaman önce, bir hikâye kurmuştum: Birileri, bir şairin cenazesini almaya gidiyorlar ve olaylar gelişiyor. Epey duygusal bir hikâyeydi ilk kurduğum; komedi değildi. Sonra kafam başka türlü çalışmaya başladı. Hikayeyi değiştirdim. Adana’da bir pavyonda Rus kızlarını gördüm çünkü. Onların hikâyelerini dinledim, bir otobüse bindirilip köylerde dolaştırılıyorlarmış… Sonra zaman içinde, klasik Kemal Sunal komedisi dışında, farklı, sürprizleri olan, sıcak bir komedi filmi tasarladım. Yeni senaryo Kemal’in de çok hoşuna gitti. Sonra üzerinde çalıştık senaryonun. Batum’da çekecektik. Tabii Kemal’in ölümüyle o senaryo da değişti.

Uçağa binmediği söylenir Kemal Sunal’ın, o gün neden razı oldu?
- Genelde uçaktan korkuyor. Ben dedim ki atlayalım arabaya, gidelim Batum’a… Trabzon’dan iki saat, nedir ki? Yata kalka gideriz arabayla. Önce “Evet” dedi. Sonra “Çok yoruluruz” diye vazgeçti. “Eh, şoför alırız” diyecek oldum; “Başkasının sürdüğü arabadan korkarım” dedi. Nihayet “Sen uçakta yanımda oturursan gideriz” dedi. Öbür yanına da oğlu Ali oturmuştu o gün. Hayatını kaybettiğinde daha yerdeydik yahu. Uçak kalkmamıştı bile.

Sohbet ediyor muydunuz o anlarda? Gergin miydiniz?
- Çok gırgır, tatlı şeyler konuşuyorduk. Küçük hikâyeler… Uçağın televizyonu da işte güvenlik tedbirlerini anlatıyor. Uçak yavaştan yürümeye başladı. Yürümeye başlayınca, konuşmamız da durdu. Kemal’in korktuğuna dair hiçbir belirti yoktu. Korkmuyordu da zaten. Ama birden başı omzuma düştü. Ali de oturduğu yerden kalktı. Ben “Doktor yok mu” diye bir çığlık attım; atmışım daha doğrusu. Bayılmışım. Sonrasını hatırlamıyorum. Uyuttular beni.

 

Kalp krizi değil mi?
- Sonra öğreniyoruz ki, karısından da gizlemiş. Yazları arabayla Almanya’ya giderdi. Meğer Türkiye’de duyulmasın diye Alman bir doktora kalbini gösteriyormuş her yıl. Bir problem varmış kalbinde ama problemin ne olduğunu bilmiyorum açıkçası.

 
Can Yücel’le beraber Kanlı Pazar’da dayak yedik

Sinema kariyeriniz ortada ama biraz daha az bilinen bir özelliğiniz, tiyatro günleriniz. Türkiye’de ‘sokak tiyatrosu’nun öncülerindesiniz. Hatta 1960’ların sonunda kurduğunuz tiyatroda Can Yücel de çıkıp şiir okuyormuş.
- Öğretmenler Sendikası’nın tiyatrosunda uzun süre çalıştıktan, ardından bir iki yere daha girip çıktıktan sonra, bir tiyatro dergisinde okuduğum makaleden ilhamla sokak tiyatrosunu kurmuştum. Üniversitelerdeki tiyatro gruplarını dolaşıp oyuncu seçtim. Fabrikalarda, sendikalar için oynuyorduk. İşçilerin dağılma saatlerinde… Köy meydanlarında, kahvelerde… 900 oyun oynadık. Para kazanan bir tiyatroyduk. Kabare tiyatrosu tarzında…

Ne kadar sürdü bu?
- 1967’de kurdum ben bu tiyatroyu. 12 Mart’ta da bitti. Hepimiz bir yere dağıldık.

Can Yücel hep var mıydı?
- Can Yücel, 1969’da Kanlı Pazar sırasında vardı işte. [16 Şubat 1969’da 6’ncı Filo’yu protesto etmek için Taksim’de toplanan göstericilere sağcı gruplar saldırdı; iki kişi hayatını kaybederken, iki yüzü aşkın protestocu da yaralandı]. Beraber dayak yedik.

Nasıl oldu?
- O gün oyundan sonra Beyazıt’tan Taksim Meydanı’na yürümüştük. Taksim Meydanı’nda oyunu tekrar ediyorduk. Oynarken saldırdı baltalı adamlar. Bütün kalabalığa.

Yani siz ‘Kanlı Pazar’da oyun mu oynuyordunuz?
- Evet… Merdivenlerde oynadığımız için Gezi’ye kaçabildik. Saldırganlar İstiklal Caddesi’nden gelmişti. Meydanın İstiklal’e bakan kısmındakiler çok zarar gördü.
Sonuç olarak Can Yücel de o gün oyuncular içindeydi, korodaydı. Çok sevdi bu işi. Bir yıl kadar çalıştı bizimle. Çok oyun oynadık. Müthiş bir sesi vardı, biliyorsunuz. Sever o teatralliği hem. Şiir okurken de öyledir ya.


Şener Şen’in kayıp 1 Mayıs filmi

Sizin o zamanlar sendikal bir göreviniz de vardı değil mi?
- DİSK’in kültür müdürüydüm ben. Onlarca belgesel çektim ben DİSK’e. Ama 12 Mart Muhtırası’yla beraber, hem benim hem DİSK’in elinden aldı o belgeselleri polis.

Hiç mi kalmadı sizde?
- Yok, sıfır. Bunları bir zaman Adana’ya göndermiştim. Çelik bir kutu içinde, bir turunç ağacının altına gömdürdüm. Rahatladık zannedince kutuyu getirtmiştim; ama sonra aldılar onu da.

Filmlerinizin akıbetinden haberiniz var mı?
- Polis arşivindeki her şeyi TRT’ye verirmiş. Birinci Şube’de TRT kurulduğundan beri bu bir gelenekmiş. Ne yapacak ki o filmleri polis? TRT de bunları dijitale geçmiş bir zaman. Bazıları şimdi şimdi tesadüf eseri çıkıyor ortaya. Örneğin üç sene önce biri bana şöyle dedi: “Sen Şener Şen’le bir film çekmiştin ya, onu gördüm ben.”

Siz film mi çektiniz Şener Şen’le?
- Evet, çok az kişi bilir. DİSK’ten yeni ayrılmıştım. Sinema filmlerinde çalışmaya başlamıştım, reji asistanlığı, kamera asistanlığı, hamallık yapıyordum. Uzun yasaklardan sonra ilk 1 Mayıs geliyordu. Tepebaşı’ndaki Şehir Tiyatrosu’nun, şimdi onun yerinde TRT var, bir oyununda Şener figürandı; bayrak tutuyordu. Arkadaşım olan yönetmen Sabahattin Akyüz’e rica ettim; “Kısa film var kafamda, yardım eder misin”.

Neydi film?
- Konusu şöyleydi: Bir işçinin babası geçmiş 1 Mayıslardan birinde alana gitmiş ve bir daha dönmemiş; oğlu da işçi olmuş; elinde babasının fotoğrafı, 1 Mayıs’ta meydanda arıyor babasını. Gerçekten de 1 Mayıs’ta çektim.

Bu işçi Şener Şen mi?
- Evet.

Babası Ali Şen’in fotoğrafını mı gösteriyordu yoksa?
- Yok yok (Gülüyor) Ali Şen olmazdı. Onu tanırlar. Mehmet Ali Birand’ın ‘1 Mayıs’ belgeselinde bu görüntüyü ortaya çıktı. Anlık bir görüntü. Ben halen o görüntünün de içinde yer aldığı filmimi bulamadım ama.

Peki nasıl çıktı bu görüntü belgeselde?
- Polis, TRT’ye verdi. Birand da TRT’den aldı demek ki.

Belki gerçekten Şener Şen’in de katıldığı bir başka 1 Mayıs gösterisidir bu.
- Şener ömründe hiç 1 Mayıs’a katılmadı. Sadece aktör olarak benim çektiğim filmle katıldı. Bu 1 Mayıs belgeseli benim ilk filmimdir. Kayıptır bu film.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!