Türkiye’de yazanlar, okuyanlardan fazla

Güncelleme Tarihi:

Türkiye’de yazanlar, okuyanlardan fazla
Oluşturulma Tarihi: Aralık 16, 2018 08:30

“Sokakta karşılaştığım arkadaşlarıma ‘Ne yapıyorsun’ diye sorduğumda ‘Bir roman yazıyorum” sözünü duyuyorum…”  Sanat dünyasının otoritelerinden Hasan Bülent Kahraman, bir yazı kaleme aldı ve herkesin roman yazmasından nasıl mustarip olduğunu anlattı. Peki neden? Kahraman ile buluştuk, edebiyat dünyasının derdine düştük.

Haberin Devamı

- Hocam bir yazı yazdınız ve ‘Yayınevleri birbiri ardına roman, novella, metin, anlatı yayımlıyor. Öyküde rönesans yaşıyoruz’ diyerek, bunun vahim bir durum olduğu notunu düştünüz. Bunu konuşmak için buradayım. Neden vahim?

Ben buna bir kavram buldum: ‘Üretici görünen tüketimcilik…’ Dikkat: ‘tüketicilik’ değil. Türkiye’de yılda 300’e yakın roman, bir o kadar da öykü kitabı yayımlanıyor. Fransa’dan sonra en çok roman, öykü yayımlayan ülke haline geldik. Bu elbette sevindirici. Benim için soru şu: Bunlar ne ifade ediyor, kim okuyor? Sokakta karşılaştığım arkadaşlarıma, ‘Ne yapıyorsun’ dediğim zaman ‘Bir roman yazıyorum’ sözünü duyuyorum.  « 

- Belki de herkesin anlatacak çok şeyi var…

1980’lerde bugünle mukayese edilmeyecek olsa da böyle bir roman furyası çıktığında Attila İlhan bir yazı yazmış, küçük bir kıyamet koparmıştı. Yazının başlığı ‘Hayatları Roman’ idi. Türkiye’de ‘hayatım roman’ diye bir deyim var, bu Yeşilçam melodramlarının bize yüklediği bir kavram ve insanlar kendi hayatlarının roman olabileceği kanısındalar. Fransa’da ilk romanını yazıp getiren kişi yayınevine metni teslim eder, okur, beğenir ve derler ki, ‘Romanını yayımlayacağız ama önce sen git ikinci romanını yaz, getir’… Romancılık bir meslektir. Hayat roman olmaz. Yine Fransızlar der ki ‘İnsanın ilk romanı otobiyografiktir. Asıl romana, asıl kurmacaya ikinci, üçüncü romanda geçer.’ Türkiye’de insanlar bir ifade ihtiyacı içinde. Herkesin roman yazması bir toplumsal olguyu gösterir. Bu da daima gelir bir sosyolojiye bağlanır. Ben toplumun hemen her kesiminde yaşadığımız hızlı değişime, dönüşüme bağlı olarak bir anlatma ihtiyacı olduğu kanısındayım. Biz kendisini kolay ifade edebilen bir ulus değiliz. Suskun ve mahçup insanlardan oluşuruz esasen. Sosyolojinin hızla dönüştüğü, ekonominin hızla farklılaştığı toplum kesimlerinde bu suskunluk ve mahcubiyet duygusu şımarıklık, küstahlık, had bilmezlik, sınır tanımazlık olarak ortaya çıkar. Dünyanın her yerinde bu böyledir. Ben Türkiye’de bu tip yaşayan insanları üç kategoride özetliyorum.

- Kim onlar?

Haberin Devamı

Görmemişler, sonradan görmeler, görgüsüzler. Öbür taraf hâlâ muhafazakârlıkla olan ilişkisini sürdürüyor ve onu modernleşme içinde nasıl taşıyacağını sorguluyor. Üçüncüsü kısmen kendi burjuvazimize mensup, ortaya çıkmış olan anomalilerden, hızlı transformasyonlardan etkilenmiş olan kesim. Özellikle bu yerleşik burjuvazinin belli profilleri ve muhafazakâr kesim kendini anlatmak ihtiyacı hissediyor. Yazarak anlatmak istiyor, anlatarak dönüşebileceğini varsayıyor. Bunlar hızla roman ve öykü kitabı oluyor.

Haberin Devamı

- Elbette herkesin hayatı kıymetlidir, anlatılabilir. Burada eleştirdiğiniz; bunun edebiyatla yapılmaya çalışılması mı?

Hayır tam tersine bunun edebiyatla yapılmamasına, edebiyat gibi görünse de edebiyat olmamasına tepki gösteriyorum. Her anlatı edebiyat değildir. Bugünkü sosyoloji bize her şeyin edebiyat olacağı izlenimini vermeye başladı, hayır. Edebiyat çok değerli bir şeydir. Bizim yaşlı kuşak edebiyatçılarımızın son dönemde yayımladığı kitapları okuyorum. Selim İleri, Adalet Ağaoğlu, Demir Özlü’nün metinlerinden edebiyatın ne kadar rafine, ne kadar incelmiş, ne kadar zor bir üretim olduğunu bir daha anlıyorum. Bir hayatın anlatısı edebiyat değildir. Bir hayat ilginç olabilir, edebiyat bir konu değil, işçiliktir. Konu diye bakarsanız; dünyada 8-9 konu var, Shakespeare bunların hepsini yazdı.

Haberin Devamı

- Bu okuma eyleminden zevk almamızın önünde bir engel mi?

Bunun bir terapi olması düşünülüyor ama değil, gitgide bir yığına dönüşüyor. Bir büyük kütle meydana getiriyor. Okunmadan kalan, yazılmış, yayımlanmış kitaplar yığını. Katiyyen kimseyi töhmet altında bırakmak istemem ama 40 senedir edebiyat dünyasının içindeyim ve biliyorum ki yayınevlerinin bazıları bu kitapları yazarlarından para alarak basıyor. Ortaya bir arz ve talep hukuku çıkmışsa beni ilgilendiren şu; görsel döneme geçtik, yazılı kültürümüzü tamamlamadan görsel dönemle yüz yüze geldik, şimdi tamamlamadığımız, olmamış yazılı kültürümüzle bir edebiyat oluşturmaya çalışıyoruz. Bunun edebiyat olmadığını söylüyorum. İyi edebiyat bugün tütüncülerde, gazete bayilerinde satılan dergiler zannediliyor. Onların edebiyatla bir ilgisi yok. Olmayan, şairlere atfedilen olmamış şiirleri kapaklarında yayınlıyorlar. Popüler kültürün teslim aldığı, popüler kültürün köklerinden sökerek kurumaya, ölmeye terk ettiği bir edebiyat Türkiye’de belli bir kesime, belli bir kitleye gerçek edebiyat olarak sunuluyor.

Haberin Devamı

- Nesi yanlış bu dergilerin?

Türkiye’de ikinci yeni şiiri deyince Edip Cansever, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Cemal Süreya’nın adlarını sayıyoruz, değil mi? Birçok başka değerli şairin oluşturduğu ikinci yeni şiir aslında çok zordur. Bu dört asın ilk kitapları okunursa çetinden de çetin metinler olduğunu görürsünüz. İçine nüfuz edilmesi çok güç kitaplardır. Fakat bu yazarların o kitapları unutuldu, Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya sadece bir aşk şiirine, bir duvar yazısına, “Yemek yemeyi bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi var” ya da “Hayat kısa, kuşlar uçuyor”a indirgendi. Bu bizdeki edebi kültürün kendi içindeki durumunu gösteriyor.

Haberin Devamı

- Şairlerin zor metinlerini içine girerek okuyanla bugün onu duvar yazısı yapan insanın düşünce yapısında nasıl farklılıklar var?

Türkiye’de yazanlar, okuyanlardan fazla

Netkent Üniversitesi rektörü Hasan Bülent Kahraman “İnternet dünyası bana göre insanlık tarihinin en büyük kazanımlarından. Mesele, onu nasıl kazanç üretecek şekilde kullanacağımız” diyor.

İkinci yeni şiirinin zor metinlerini okuyanlar gerçek edebiyat okuru ve gerçek entelektüellerdir. Dünyada gerçek entelektüel diye bir kavram var. Yani bilgiyi bilgi için edinen, bilginin pedantik sınırlarında dolaşmak ve onu zorlamak çabasıyla hareket edendir gerçek entelektüel. Bu şairlerin ilk kitapları sanki yokmuş gibi son dönemlerde yazdıkları bazı şiirleri kullanan ve okuyan, onları duvar yazısına dönüştüren insanlar ise popüler kültürün hatta şimdi popülist kültürün içinde soluk alıp veren insanlardır. Bunlar gelip geçicidir. Hepsi kaybolur, gider. Aradaki fark bu. Bir fark da şu: bunlar televizyon, dizi film kültürüyle yapılan işler. Diziler Yeşilçam’ın devamıdır. Türkiye’de sinema Tanzimat edebiyatından bu yana büyük gövdesiyle melodramda kalmıştır. Diziler melodramı yeniden keşfettirdi insanlar. İkincisi, dikkat meselesi. Kalın, büyük bir kitabı okumak iştir. Oysa sosyal medya ve zapping kültürü her şeyin hap haline getirilmesini zorluyor. Kim okuyacak Geyikli Gece’yi iki mısra, dört kelime yeterli.

- Şu yüzden soruyorum az önce dediniz ki Fransa’dan sonra en çok kitap basılan ülkelerden biriyiz. Fransızların entelektüelliğini tartışacak değiliz. Biz onlar kadar kitap basıp nasıl bu kadar geri kalabildik?

Türkiye’de yazanlar, okuyanlardan fazla. Eğer bir ülkede yazanlar okuyanları geçmişse bir sorun var demektir. Yazmak o kadar önemli değil. Büyük metinler vardır, onları okumak, bilmek gerekir. Ben de zaman zaman listeler yazar yayınlarım, onlar çok ilgi görür. Öğrencilerimden başlayarak yıllardır onlar ortada dolaşır, bana sorular sorarlar, ben de onları bazen revize ederim. Entelektüel okuma, gerçek edebiyat okuması, o romanı okumakla sınırlı değildir. Romanın etrafındaki analizde kendini gösterir. Moby Dick basit bir kitaptır. Ama üstüne yazılanları okuyunca neden büyük olduğunu anlarsınız ve iz üstüne iz sürmeye başlarsınız. Peki, bizde yayınlanan bu kitapların eleştirisini kim yapacak?

- Sıkı bir eleştiri yazısı okumak mümkün değil sahiden, daha çok kitap tanıtımı yapılıyor…

Sinemanın eleştirisi olmaz, sinema bir endüstridir, tanıtıcıları olur. İddia ediyorum ki, Türk edebiyatında da artık sorgulamacı, çözümlemeci eleştiri dönemi bitmiştir. Elbette var. Kültürel Çalışmalar, Mukayeseli Edebiyat yapanlar bu çalışmaları sürdürüyor. Ama onlar akademik derinliğin içinde kaybolmasa da kısıtlı bir çevrede kalıyor. Eleştiri daima kitle demektir. Bugün o yok. Eskiden nasıl oluyordu? Bir kere eskiden yayınevi, editör, yazar daha işin başında insana belli bir güven veriyordu. Bunlar ortaya bir limit koyuyorlardı. Yazar sayısı bu kadar değildi. Yazarlarla edebiyat dergileri arasında yoğun bir iletişim, etkileşim vardı. Yani insanların şiirleri, öyküleri o dergilerde yayınlanırdı. Ben Füruzan’ın öykülerini evvela Yeni Dergi’de okurdum. Bilmem kimin şiirlerini evvela Varlık Dergisi’nde okurdum.

- Orada bir insanın öyküsünün yayınlanması büyük hadiseydi değil mi?

Elbette, bir müessese olduğu için orası bir kalite, bir geçerlilik damgasıydı. Efsanevi isimler o dergilerin başında duruyordu. 90’lardan itibaren bu nitelikten uzaklaştık. Kimse itiraz etmesin, kimse bana kızmasın: Amerika’da eğer iyi bir akademisyenseniz, bir üniversite yayınevinden kitabınızın çıkması gerekir. Yani kimse Harvard University Press’ten, Oxford, Cambridge, MIT, Yale, Princeton, Chicago’dan çıkmış kitaba, “Ya bu ne biçim kitaptır” demez ama o kitap bir gecede çıkmaz. Sosyoloji, siyaset bilimi ya da antropoloji kitabı olabilir. O kitabın çeşitli bölümleri daha önce o alanın en önemli dergilerinde yayınlanmıştır. O alanın ilgilileri o yazıları tartışmışlardır. Kitaba da aynı şekilde değil yeniden işlenerek, edisyondan geçip girer. İşte bunun peşindeyim. Yani Füruzan’ın öyküleri dergilerde çıkmıştı, eleştirilmişti, tartışılmıştı sonra kitaba dönüştü. Romanlar gazetelerde tefrika edilirdi. Romanların eleştirmenleri vardı. Belki zayıftılar. Ama eleştirmendiler. Türkiye’de bugün okurla eleştirmen, eleştirmenle yayın, yayınla editörlük arasında bu söylediğim doku yok. Hepsinin gelip dayandığı nokta dergiler. Dergi modernliğin kurucusudur. Derginin olmadığı bittiği bir toplumda ciddi sorunlar var demektir.

- En son ne zaman iyi bir eleştiri yazısı gördünüz?

İyi eleştiri yazıları artık internet sitelerinde yayınlanıyor. Orhan Koçak, önceki kuşaktan bir isim, büyük bir cefayla oturup yazılarını orada yazıyor. Hem siyasal bazı kavramları hem de bazı şairleri irdeliyor. Jale Parla’nın kitapları çok değerli. Murat Belge’nin ‘Step ve Bozkır’ kitabı çok önemli bir kitaptı. İşte bunları arıyoruz.

- Ben de bazı yayıncılara ‘Neden iyi kitap basmıyorsunuz” diye soruyorum, “Satmıyor” diyorlar. Bir arz-talep meselesi de söz konusu değil mi?

Bu dünyada en çok satan kitaplar kişisel gelişim kitapları. Stephan King, kendi içinde bir devlet yahu. Milyonlarca kitap satan insanlardan bahsediyoruz. Hiç küçümsemiyorum. Princeton’da bildiğimiz taksiler yoktur. Biriyle anlaşırsınız. Gelir sizi alır. Ben Toni Morrison’la çalışan adamla çalışıyordum. Çok sevdiğim birisidir Morrison. Birbirimize taksici Abdul’la selam gönderirdik. Birbirimizi takip de ederdik. Ne okuyor derdim. ‘Stephan King’ okuyor derdi. Morrison da beni sorar, okuduklarımı ‘sıkıcı’ bulurmuş. Ne yapayım?... Nobelli bir yazar King okuyorsa o ayrı bir kategoridir. Şimdi bu kitaplar iyi olmayabilir, ben buna itiraz etmiyorum. Gıda endüstrisinde ‘junk food’ diye bir kavram yok mu? Niye yapıyorsun diyebilir misin? Denmez. Bu bir ekonomi meselesidir, onlar da olacaktır, itirazım yok. Ama unutmayalım, çöp gıda obezite yapar.  İtirazım o kitapların iyi edebiyat, özgün edebiyat hatta o kelimeyi de kullanayım, yüksek edebiyat diye sunulmasıdır. Ve bunun yarattığı kafa karışıklığıdır.

ROMAN DÜNYANIN EN CİDDİ İŞİDİR

- Roman okumaya çok önem verdiğinizi biliyorum. Ancak bu özellikle erkekler arasında pek ciddiye alınan bir mesele değil. Etrafımda birçok erkeğin “Ben ciddi şeyler okuyorum” diyerek edebiyatı küçümsediğine de şahit oldum. Ne diyeceksiniz?

Kadın işi olan her şey çok önemlidir. Dünyada en önemli şey kadınlar ve onların dikkatleri, iddiaları, arayışlarıdır. İkincisi, “Ben ciddi mevzular okuyorum” diyen kişinin ciddiye alınması mümkün değildir. Roman dünyanın en ciddi işidir. Okusunlar da göreyim. Bir mühendis mühendislik kitabı, bir doktor tıp kitabı okuyabilir. Bir roman okusun da göreyim. Yıllarca içinde bulunduğum, kuruculuğunu yaptığım üniversitelerde temel formasyon derslerine girip öğrencilere roman okuttum. Ve şöyle bir iddiadan hareket ettim, bırakın doktorları, avukatları, mühendisleri bir tarafa, sosyal bilim okumuş insanları getirin, onlara 600 sayfa roman ve bir hafta da süre vereceğim. O romanı okuyup, üç sayfa da analizini yapacak. Bunu becerecek kişi bulamazsın. İnsanların “Ben okuyamıyorum” lafını önemserim. Okuma herkesin yapabildiği bir şey değildir. Okuma öğrenilen bir şeydir. O yüzden “Ben roman okumuyorum” diyen insan aslında ‘okuyamayan’dır. Roman bir tutkudur, okuduktan sonra insan ondan geri kalamaz, okuyamadığı romanlar ona birer diken gibi batar, aklının bir kenarında sürekli olarak onları tutar. Bir oturuşta insanın 60-70 sayfa okuyabilme yetisini öğrencilere kazandırmamız lazım.

- Roman okuyanla okumayan arasındaki farkı nasıl anlatırsınız?

O zaten anlaşılır. Bir insan daha duyarlı, daha sorgulamacı, daha yorumsamacı bir insansa roman okur. Olayları birbirine bağlamakta daha yetenekliyse, insanları daha iyi çözümlüyorsa, toplumsal duyarlılığı gelişmişse, tarihsel bilinci mevcutsa kişi roman okuru demektir. Bir insan zaman- mekân ilişkilerini daha farklı planlarda kurgulayabiliyorsa, bir olayı çok daha farklı yönüyle görebiliyorsa roman okuru demektir.

DEĞER KAVRAMINI ÖNEMSEMİYORUZ

- Bir vasatlıktır gidiyor, ne zaman böyle olduk biz. Ne sebep oldu, teknolojiyi suçluyoruz, haklı mıyız?

Hayır. Teknoloji, insan zihninin daima en yüksek düzeyde süzdüğü ve soyutladığı sonuçlardır. Teknoloji beraberinde daima ideoloji getirir. İdeoloji kendiliğinden oluşan bir şey değildir. Arkasında daima teknolojik bir itki söz konusudur. Ben teknolojiye hayran biriyim ve her yeni gelişmeyi büyük bir sevinç, heyecan ve mutlulukla karşılıyorum. “Teknoloji bizi bu hale getirdi” diyemeyiz.  Bugün elbette 200 karakterle tweet atan, instagram’da yediği yemeğin resmini, yaptığı her işin resmini paylaşan insanın ideolojik pozisyonu farklıdır ve bunlardan süzülüp gelmiştir. Ama ben bunun dışında bir arayış içindeyim ve diyorum ki, Türkiye’de popüler kültürün popülist bir hal, bir nitelik alışını ve onun sonuçlarını biz şu anda idrak ediyoruz. Bu rahatsız edici bir şey. Bir şey ekleyeyim: yetenek birikimi zaman zaman kayar. Bir dönemde edebiyattaydı. Sonra sinemaya geçti. Şimdi güncel sanat dediğimiz alanda. Gençler sanatçı, küratör, galerici, müzeci olmak istiyor. Nitekim galeri, sanatçı, küratör sayısında müthiş artışlar oldu. Ben şiirin yerini güncel sanat aldı dedim. Bu söz çok tartışıldı. Ama edebiyat hırsı yerinde duruyor ve bu sınırlar içinde. Bunu nasıl yorumlayacağız? Şöyle: büyük yetenek, iyi eğitim, güçlü formasyon görsel alanda. Edebiyat daha ikincil çevrelere kaymış, kalmış bir halde. Bu bir sosyoloji. Üstelik birikim diğer alanda olduğundan orada eleştiri de iyi kötü mevcut. Edebiyat bu nedenle eksik. Bakın edebiyat dergilerine, siyaset bilimi dergisi gibi çıkmaya başladılar.

- ‘Türkiye’de diye sınırlayabilir misiniz bunu?

Türkiye’de yazanlar, okuyanlardan fazla

İyi edebiyat bugün tütüncülerde, gazete bayilerinde satılan dergiler zannediliyor.

Hayır. Bu dünyada da böyle ama Türkiye’yle ilgili söyleyeceğim şudur: Seçkin eğitimi, dünyanın her yerinde devletlerin ve toplumların göz bebekleri gibi muhafaza ettiği bir husustur. İngiltere tarihini açın bakın. Oxford’dan Cambridge’den mezun olmamış hangi başbakan İngiltere’yi idare etmiştir? Sarmaşık Ligi’nden mezun olmayan hangi Cumhurbaşkanı Amerika’yı yönetmiştir? Böyle bir şey yok. Osmanlı’ya bakın. Osmanlıların tüm çabası en yetenekli, en üstün zekâlı insanları bürokraside ve devlet yönetim kademelerinde tutma çabasına dayalıydı. Osmanlı görmezden gelinecek bir olgu değil. Biz seçkin eğitiminin önemini unuttuk. Bu adını saydığımız önemli üniversitelere giden çocuklar da tweet atıyorlar, bunlar da Instagram’da paylaşım yapıyorlar ama bunlar hayatın kompartımanları. Hayatın diğer alanlarını bunlar var diye yok sayıp, yıkmıyorlar. Bizde böyle bir yatay yıkıcılık söz konusu oldu. Yani hiçbir şey önemli değildir, bu bir tüketim kültürüdür ve tüketim, daha doğrusu tüketimcilik kültürüdür ve bize yanlış kapıdan girmiştir. Biz değer kavramını bugün sıfır noktasında önemsiyoruz. Bu bir eğitim, öğretim problemidir, bize özgü olan kısmı budur. Yoksa teknolojiye niçin karşı çıkalım? Teknoloji benim hayatımı kurtarıyor. Çantalar dolusu kitap taşıdığım yerde şimdi onları cep telefonuna yükleyip istediğimi yapıyorum. Kasalar dolusu dipnotlarda kullanmak için fiş biriktirdiğimiz bir dünyadan dipnotların otomatik olarak yazıldığı bir dünyaya geçtik.

 

HERKESİ ÖĞRENCİ YAPACAĞIZ

- Hocam en iyi üniversitelerde çok önemli görevlerde bulundunuz. Ve şimdi ‘Netkent’ üniversitesinin başına geçtiniz. Şaşırdık, nasıl oldu?

Burası bir online eğitim üniversitesi. Ben sadece Türkiye’de değil, dünyada da geleceğin bu noktada olduğu kanısındayım. Cep telefonlarımızın hayatımızı kontrol ettiği bir dönemde, artık eğitimin mutlaka dört duvar arasında, bir hoca karşısında sıralarda oturmuş öğrencilerle yapılması gerektiğine inanmıyorum. Dünya da böyle bir yere gidiyor. Kampüsler ülkesi demek olan Amerika’da her yıl 1 milyon metrekare kampüs kaybediliyor. Online eğitim yüzde altı hızla artıyor. İş dünyası online eğitimi besliyor, destekliyor. O bakımdan ben böyle bir üniversitenin çağı doğrudan doğruya, içinden ve senkronize bir biçimde yakaladığı kanısındayım.

- Bir yandan da üniversite kültürü diye bir şey var, onu ne yapacağız?

Online eğitim, üniversite kültürünü öldürmez. Üniversite kültürü program tasarımında, müfredat anlayışında, hoca kadrosunda yatar, üniversitenin öğrencilere vermek istediği, vermeyi öngördüğü kendisine hedef olarak belirlediği formasyonlarda yatar. Bunun için mutlaka insanların bir araya gelmesi gerekmez. Bir araya gelmenin ayrı önemi ve değeri vardır. Ama ne yapalım ki dünya böyle. Yani daha önceki dönemlerde bu mevcuttu. İnsanlar akıl hocalarıyla, hocalarıyla, akademik danışmanlarıyla bir araya gelerek tartışıyorlardı. Ben online eğitimin bunları ortadan kaldırdığı kanısında değilim. Tam tersine bunları çok daha aktif kullanılabilir hale getirdiği kanısındayım. Dünyada meslekler kayboluyor.

Son yıllarda bazı mesleklerin kaybolacağını konuşuyoruz. Sizin açtığınız bölümler sanki biraz bu konuyu dikkate almış gibi…

Bildiğimiz bir husus var ki eğitim almış, meslek sahibi olmuş 200 milyon insan önümüzdeki 10 yılda mesleksiz kalacak. Bu insanların yeni kariyerlerle kendilerini bütünleştirmeleri lazım. Hukuk okumuştur, mühendislik okuyacak. Mühendislik okumuştur, antropoloji, ekonomi istiyor. Bu üniversite ikinci eğitimle insanlara bunu veriyor. İlk aşamada ölmeyecek, ölümsüz bölümlerle yepyeni meslek alanlarını açıyoruz. 30 yıldır savunduğum bir şey var. İhsan Doğramacı hocamızla da çok tartışırdım. Amerika’da Yale, hukuk okuludur. Massasuchets, teknoloji enstitüsüdür veya Yale drama, Columbia gazetecilik okuludur. Şimdi bunlar kendi alanlarında dünyanın en iyi okulları mı? Peki hangisi fakülte? Yok böyle bir şey. Yani fakülte dediğiniz zaman bir üniversite olacak, altında fakülte olacak, içinde bölümler olacak, ana bilim dalları olacak. Böyle bir hiyerarşik sıralamayla, askeri rütbe mantığıyla profesörler olacak, doçentler olacak, doktoralı öğretim üyeleri olacak. Böyle bir düzen içinde bunları sürdürmenin anlamı daha fazla yok. Burası da fakülte düzeyinde vermediği o tür eğitimleri çok ciddi üniversite düzeyinde sertifika programlarıyla verecek.

Mesela ne onlar?

İnsansız araç mühendisliği, youtube içerik sağlayıcılığı, konkordato danışmanlığı eğitimi vereceğiz. İlaç sanayinde tıp alanında akıl almaz yenilikler var, okullarına gidilip öğrenilmesi lazım. Bunları online eğitimle yapacağız. İnternet dünyası bana göre insanlık tarihinin en büyük kazanımlarından biri. Mesele, onu nasıl kazanç üretecek şekilde kullanacağız. Bu konularda yol açmak maksadıyla buradayım. Çok kısa bir sürede sınırsız sayıda öğrenciye ulaşacağımızı zannediyorum. Yılda 2000 lira ücretle öğrenci eğitiyoruz. Üstelik internet paketi veriyoruz. Herkese B1 düzeyinde İngilizce öğretme paketi veriyoruz. Kim istemez ki?

BAKMADAN GEÇME!