Güncelleme Tarihi:
Oksijen maskelerinizi takın lütfen...” Önsözün bitiş cümlesi bu. Neden kitabı okurken oksijen maskesine ihtiyaç var?
- Çünkü derine dalıyoruz, su da çok bulanık. Ne kadar nefesimizi tutsak yetmeyecek, takviye gerekecek. Öyle bir benzetme yapmak istedim.
Bulanık suların izini ne zamandır sürüyorsunuz?
Aslında lise çağlarıma dayanıyor. Romanlar, filmler, James Bond derken, Bond’un ilerisinde bir şeyler döndüğünü gördüm. Kurgudan çıkıp espiyonajın kendisini, gerçeğini okumaya başladım. Girdikçe de romanlarda, filmlerdeki casusluk hikâyelerinin, gerçek hayattakilerin çok azı olduğunu... O yüzden sadece John le Carré gibi birkaç önemli ismin yazdığı casusiye romanları okuyorum artık; gerçek kaynakları okumayı tercih ediyorum.
Bu meselelerle uğraşmak, sizi daha şüpheci biri mi yaptı?
- Kesinlikle. Artık biraz çözebiliyorum sanki ama hâlâ biraz. Bakıyorsunuz hiç aklınıza gelmeyen insanlar, hiç aklınıza gelmeyecek işler yapmış. Mesela İstanbul’da Amerikan Başkonsolosluğu’nun bir basın görevlisi kadın var, İkinci Dünya Savaşı yılları. Müthiş alımlı bir kadın. Bütün Batılı ülke diplomatları onun peşinde. Kadın, Alman askeri istihbaratı ajanı çıkıyor. İnsanları önyargıyla değil ama daha dikkatli incelemeye başlıyorsunuz. Burada kilit olan bir şey var. Hayatın olağan akışına aykırı olmak!
Örnek?
- Mesela en son, Cemal Kaşıkçı meselesi... Hayatın olağan akışına aykırı birçok şey var. Gazeteci arkadaşlarımız bu adli tabip işini farklı algıladı örneğin; 15 kişilik ekip Kaşıkçı’yı öldürmeye geldi şeklinde. Burada zaten Suudi Arabistan’ın büyük yanlışları, çuvallamaları var ama özellikle birisine yönelik örtülü operasyonda askeri doktor varsa, o öldürmek değil, yaşatmak içindir. Örnek, Abdullah Öcalan’ın Kenya’dan getirilmesi. Uçakta MİT’ten olmayan bir kişi vardı, o da askeri doktordu. Çünkü Amerikalılara söz vermiş hükümet; Öcalan’ın o seyahatte ölmemesi, yaşatılması gerekiyordu. O nedenle Kaşıkçı kaçırılıp Türkiye’nin Arap muhalefeti için güvensiz bir yer olduğu propagandasına başvurmak istenirken, muhtemelen direnmesi sonucu işkenceyle öldürüldüğü, sonra panik içinde cansız bedeninin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı iddiası daha akla yakın geliyor bana. Suudi Arabistan’ın baştan itibaren yalpalaması da herhangi bir devlet aklına uygun değil. Kaç yalan değiştirdiler şimdiye kadar? Daha trajik olanı, bu yalanların Amerika tarafından desteklenmiş olması. Bunlar hayatın olağan akışına aykırı. Refleks olarak bunları saptadığınızda ‘Burada bir koku var’ diyor, izini sürüyorsunuz. Bazen bir şey çıkmıyor ama bazen de çıkıyor.
“İstanbul, son dönemde tıpkı İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi yeniden casuslar savaşının arenası haline geliyor” diyorsunuz. Bu bize ne söylüyor?
- Bu, uluslararası siyasetin yeniden çok tehlikeli bir şekilde ısındığını, siyasi fay hatlarında enerji biriktiğini gösteriyor. Böyle birkaç nokta var dünyada, İstanbul onlar arasında.
Ne olursa şaşırmazsınız?
- Büyük ölçekte bir savaş çıkarsa şaşırmam. Bu, Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi siper savaşı şeklinde olmayacaktır ama örneğin Suriye’yle sınırlı tutulmasına çalışılandan çok daha geniş kapsamlı bir savaş çıkarsa şaşırmam.
Kitabın bence en can alıcı noktası, Beşiktaş’ın eski başkanı Süleyman Seba bölümü. Seba’nın MİT’teki görevi neydi?
- Süleyman Seba’nın MİT’çi olduğu sır değildi elbette. Ayrıntıya girmeyeceğim, merak edenler kitaptan okuyabilir. Şu kadarını söyleyeyim: Mahir Kaynak, 12 Mart’ın en önemli isimlerinden biri. Bir cunta faaliyetinin içine MİT tarafından yerleştiriliyor. Yıllarca bilgi taşıyor dışarıya. Ve yakalanmıyor, ilginçtir, kendi teşkilatı tarafından deşifre ediliyor. Her ajanın bir vaka, bir de değerlendirme ya da dosya subayı/görevlisi denilen irtibatları vardır. Diyelim ki ajansın; her gün MİT binasına girip çıkamazsın, ikinci gün gün açığa çıkarsın. İrtibatı sağlayan, özel ayarlanan buluşmalar aracılığıyla o vaka subayıdır; ajan bilgi verir, yeni talimat alır. Mahir Kaynak’ın uzun süre vaka subaylığını yapan kişi Süleyman Seba... Aslında 12 Mart’ın perde arkasında bugüne kadar hiç adı duyulmamış kişilerden biri.
Basın kupürleri kestiğini duymuştuk halbuki...
- Seba, 1954’te alınmış MİT’e. Aynı yıl Beşiktaş’ta futbol oynamayı bırakmış. Avcıoğlu-Madanoğlu örgütü içine yerleştirilen Kaynak’ın vaka subaylığını yaptığı dönemde, İstanbul MİT Bölge Daire Başkanlığı’nın ‘kontrkomünizm’ yani Komünizmle Mücadele şubesinin önemli bir memuru.
Gerçekten çok ilginç bir bilgi. Peki Türkiye’deki en büyük casusluk faaliyetini sorsam...
- 2014’te Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun odasının dinlenmesi derim. Henüz tam olarak failini dahi bilmiyoruz; bir grup mu bir ülke mi yaptırdı... Bir kere Dışişleri Bakanı’nın odasında dışarıdan dinlemeye karşı her türlü elektronik tedbir alınmış durumda. Gizli bir Suriye toplantısı. Asker ve istihbarat da katılıyor. Dinleme cihazı generalin çantasında sokuluyor odaya, generalin haberi yok. Bu, son derece profesyonel bir casusluk faaliyetidir.
Cemal Kaşıkçı meselesindeki adli tabip işini gazeteci arkadaşlarımız farklı algıladı. Birisine yönelik örtülü operasyonda askeri doktor varsa öldürmek değil, yaşatmak içindir
Kimi meslek olarak seçiyor, kimi şantaj sonucu giriyor
Casusların ortak özellikleri var mı?
- Hayır. Kimi meslek olarak seçiyor, kimi para için yapıyor, kimi şantaj sonucu giriyor. Mesela Türkiye’nin NATO’daki görevlilerinden Nahit İmre’nin durumu var, kitapta ayrıntısıyla aktarılıyor. Cinsel fantezileri ve lüks hayat saplantısı var, yakalıyorlar, şantajla Romanya ve Sovyetler hesabına çalıştırmaya başlıyorlar. Kimi de gerçekten kendini adayarak çalışıyor.
‘Çiçero’yu örnek alalım: Asker olmak istiyor, sonra şoförlük, kavaslık yapıyor. Gözü şarkı söylemekte...
- İlyas Bazna... Hep meşhur olmak, göz önünde olmak istiyor. ‘Çiçero’ya casus diyebiliriz ama asla bir istihbaratçı değil; kendi günlük menfaatleri için maceraya atılan bir sahtekâr bile denebilir. Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi’nin uşağı olarak fotoğrafını çektiği gizli belgeleri Alman Büyükelçiliği’ne satıyor. Türk istihbaratı zaten daha önceden adamı çözüp çevirmiş, belli bir eğitimden de geçirmiş olabilirler sanıyorum; çok güzel kullanıyorlar.
Koca bir teşkilat düşünün. Orada Çiçero gibi farklı motivasyonlarla bulunan birçok casus var. Bunu yönetmek ne kadar da zordur…
Çook. İdeolojik olarak baktığında şunu sorabilirsin… ‘Kardeşim sen niye bu adamlarla, mesela neden Yeşil diye bir kiralık katille çalışıyorsun’ diyebilirsin… Ve haklı da olursun. Doğru, ama siz zaten yasal olmayan bir dünyada çalışıyorsunuz. Ben bir istihbaratçıya sormuştum, ‘neden böyle yapıyorsunuz’ diye. Cevabı şu oldu : Yeni Camii avlusunda yem satan adamdan bilgi toplayamayız. Bu işlerin içindeki adamlardan toplayacağız bilgiyi’. Oksijen maskesini biraz bu yüzden de takıyoruz, atmosfer kirli biraz. Bu arada tek bir kural var, yakalanmayacaksın. Öyle bir dünya…
‘İyi casus’ henüz yakalanmayan, deşifre olmayan mıdır?
Evet, kesinlikle aslolan yakalanmamaktır.
Bu Wikileaks dünyasında bir ajanın ortaya çıkmaması kolay iş mi?
Savaşı kazanan piyadedir. İsterseniz uzay teknolojisi kullanın, her zaman İzmir’de Konak meydanına o bayrağı çekecek Teğmen Mehmet Ali Bey’e ihtiyacınız var.
Bugünlerde çok moda, ölecek meslekleri konuşuyoruz. Casusluğu ölmeyecek meslekler hanesine yazabiliriz öyleyse…
Dünyanın en eski ikinci mesleği derler.
1988’de casusluk suçlamasıyla yakalanan Hall… Bir Türk onu devşiriyor, belgeleri kendisinden alıp, karşılığında ödeme yapıyor. Kim bu Türk?
Hüseyin Yıldırım, Kırşehirli bir gurbetçi. Para hırsı çok yüksek. Bilgiyi Doğu Alman istihbaratı HVA’ya satmaya başlıyor. Amerikalı askerle işbirliği yapıyor, o askerin tedbirsizliğiyle yakalanıyorlar. Hapsediliyor. Aslında 80’lerin en önemli casusluk vakalarından biri bu. Nedense Türkiye’de üstü örtülüyor. Türkiye yıllarca bunun iadesini istiyor. Clinton dahil, vermiyor.
Sonunda alıyor ama…
29 Aralık 2003 günü bırakıyor, uçağa koyuyorlar, ertesi gün buraya geliyor. Türk yargısının rekoru kırılıyor. Aynı gün içinde ifadesi alınıyor, yargılanıyor, bir mahkumiyet veriliyor, bir gün bir gece cezaevinde kalıyor. Tesadüfe bakın ki ABD’de yattığı süre düşülünce sadece bir günü kalmış ve ertesi gün, 31 Aralık serbest bırakılıyor.
İstihbaratçıların feda edemeyeceği adamlar mı bunlar?
Yıldırım’ın MİT çalışanı olmasa da MİT’e de çalıştığını öğrendim. Tahminin çok taraflı hatta belki Batı Alman istihbaratı BND’ye de çalışmış olabileceği yönünde.
ATATÜRK GAZETECİ KILIĞINDA NASIL GİZLİ OPERASYON YAPIYOR?
Atatürk’ün Trablus’a gidişi gizli operasyondur. Çünkü o dönem Libya, İtalyan işgali altında. Gazeteci kılığında gidiyor. Tarihçi Hale Şıvgın bulmuş çıkarmış. Kullandığı sahte kimlik, ‘Tanin gazetesi muhabiri Mustafa Şerif’ idi.
Casuslukta cinsellik: İLK ROMEO
‘Romeo Kumpası’, Doğu Alman istihbaratının Batı Almanya’da önemli noktalardaki devlet dairelerinde çalışan olgun ve yalnız kadınlara yakışıklı, genç erkekleri musallat etme operasyonuydu. İlk Romeo’nun kod adı Felix’ti. Şampuan pazarlamacısı sahte kimliğiyle dolaşan Felix, Bonn’da bir hedef buldu. Üstelik ‘Norma’ kod adı verilen sekreter başbakanlık binasında çalışıyordu. Norma sayesinde Başbakan Konrad Adenauer’in sağ kolu, eski Nazi Hans Globke yönetimindeki hükümet merkezinde kimin ne görev yaptığını, idari teşkilat yapısını öğrendiler. Eski Nazilerin çoğunu deşifre edip saf dışı bıraktılar.
YILMAZ GÜNEY MİT AJANI MIYDI?
MİT, parlak bir memurunu şöhretinin doruğundaki Yılmaz Güney’in çevresine ajan olarak yerleştirmişti. Peki roller nasıl değişti? Yılmaz Güney MİT ajanı mıydı? Murat Yetkin kitapta bu kritik sorunun yanıtını da ayrıntılarıyla veriyor.
Birincisi gazetecilik... Gazeteci, işi gereği her yere girip çıkabilir. Yevgeni Primakov, 14 yıl boyunca Beyrut merkezli olarak KGB’nin Ortadoğu’daki en önemli operatiflerinden biri olmuş. Bu arada Haydar Aliyev’e bağlı çalışıyor. Sonra KGB’nin, ardından Rus dış istihbaratının başı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan olacak. Ortadoğu operasyonlarını Beyrut’ta Pravda gazetesinin muhabiri olarak yürüttü. Aynı dönemde deşifre olan, ‘köstebeklerin köstebeği’ Kim Philby, The Economist’in Beyrut muhabiriydi. Ajanların yaygın olarak kullandığı ikinci meslek de arkeologluk. Şehirlerden uzak ama hep sahada...