Güncelleme Tarihi:
Reformcu ‘First Lady’: Latife Hanım
İpek ÇALIŞLAR
Milli Mücadele’nin ardından kurulan yeni düzende kadınlara oy hakkı konusunda bir karar verilmesi gerekiyordu. Seçim Yasası, Meclis’teydi. Bir grup kadın, siyasi hak talebiyle kıpır kıpırdı. Latife Hanım da kadınlara siyasi hak tanınması için Çankaya’da faaldi. Yeni seçim kanunu kadınları hayal kırıklığına uğratacak biçimde çıktı, ancak Latife Hanım ısrarından vazgeçmediği gibi, milletvekili olmak istiyor ve Mustafa Kemal ile tartışıyordu.
O günleri anlatan anı kitaplarından Latife Hanım’ın ‘Gazi Paşa’yı sıkıştırdığını’ öğreniyoruz.
Dönemin gazetelerinden Vakit, 18 Nisan 1923 günü ‘Kadınların Seçme ve Seçilme Hakkı’ üzerine bir anket başlattı. Gazete, kadınlardan mebus adayı kim olabilir, sorusunu da ankete dahil etti.
Baş başa yemek yerlerken, Mustafa Kemal, “Bugün Vakit gazetesini gördün mü” diye sordu. “Kadınlar eğer siyasi haklarını ele geçirirlerse, seni İstanbul’dan aday göstereceklermiş” dedi.
Latife Hanım’ın cevabı netti:
“Evet Paşam, ben de kendileri gibi düşünüyorum. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?”
“Nasıl?”
“Kadınlarla erkeklerin eşit haklar içinde yaşamasını...”
“Bunu sana birçok defa söyledim.”
“Peki, mebusluğu bana yakıştıramıyor musunuz?”
Mustafa Kemal, kadınlar için eşit haklar istiyor ancak eşinin Meclis’te olmasına sıcak bakmıyordu.
Latife Hanım, eşi Mustafa Kemal Paşa ile de eşit ilişki kurmakta özenliydi. Bir taziye gönderilecekse, o da mutlaka kendi adıyla telgraf çekiyor, bir yardım yapılacaksa, eşiyle eşit miktarda bağışta bulunuyordu.
Mustafa Kemal’in çıktığı yurt gezilerine Latife Hanım’ı da mutlaka birlikte götürmesi, dünyanın ilgi odağı oluyor, Türkiye’nin liderinin eşini de görünür kılması bir reform olarak algılanıyordu.
Latife Hanım iki buçuk yıllık evliliği süresince, kendisini hep eşinin yardımcısı olarak tanımladı.
1925 yazında son bulan evliliğin ardından Latife Hanım’dan bize ne kaldı?
Kadın-erkek eşitliğine atılan kararlı adımlar, açılmayan anılar ve Çankaya Köşkü’nün ikinci katına kendisi için eklettirdiği kocaman çalışma odası. Bu oda, Latife Hanım’ın eşitlik anlayışının ölçüsü olarak yerli yerinde duruyor.
Cumhuriyet’in asi kızı: Halide Edip
Taha AKYOL
Halide Edip Adıvar (1884-1964) bugünkü Türkiye’de genellikle ‘roman yazarı’ olarak bilinir. Halbuki yakın tarihimizdeki büyük dönüşüm dönemlerinde hem rol almış hem o dönemlerin kitaplarını yazmıştır.
Osmanlı’da modern kadın hareketinin ve milliyetçilik fikrinin doğuşunda Halide Edip öncülerden biridir. ‘Mor Salkımlı Ev’ adlı kitabında bu döneme ilişkin anılarını yazdı. ‘Yeni Turan’ adlı kitabı da modern ve milli bir Türkiye ütopyasıdır.
Milli Mücadele fikrinin doğup gelişmesinde rolü önemlidir. Ünlü Sultanahmet Mitingi’nin ateşli hatibidir. İstanbul’daki lüks hayatı bırakıp eşi Adnan Bey’le birlikte yoksul Ankara’da Milli Mücadele’ye katılan ‘Halide Onbaşı’dır o. Bu dönemde Mustafa Kemal Paşa’nın en yakınındaki isimlerden biridir. ‘Türkün Ateşle İmtihanı’ adlı kitabında bu dönemin önemli belgelerinden biridir. Atatürk’ün kişiliğini tanımak için temel kaynaklar arasında yer alır bu kitap.
Modern ve milliyetçi Halide Edip elbette cumhuriyet yanlısıdır fakat liberal fikirlere sahip olduğu için ‘muhalif’tir, ‘Cumhuriyet’in asi kızı’dır. ‘Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri’ adlı kitabı bence fikriyat sahasında en büyük eseridir.
Milli Mücadele ve Cumhuriyet liderleri genellikle Alman veya Fransız düşüncesinden esinlenmişti. O nesilde bir tek Halide Hanım Amerikan Koleji’nde okumuş, Anglosakson demokrasisinden esinlenmişti. Onun için farklı bir penceredir. Kadın hareketi lideri, milliyetçi düşünür, Kuvayı Milliyeci ve demokrat olarak Halide Hanım’ı tanımak gerekir.
En idealist öğretmen: Refet Angın
Emniyet Amiri Hafız Şerif Bey’in kızı Refet Angın’ın hikâyesi, 1915 yılında Gelibolu’da savaşın ve kıtlığın hakim olduğu bir dönemde başladı. Okuma yazmayı annesinin yardımıyla söken Refet, Cumhuriyet Okulu sınavını kazanıp okula üçüncü sınıftan başladı. Daha o yaşında öğretmen olacağından o kadar emindi ki Atatürk’le ilk karşılaşmalarında “Büyüyünce ne olacaksın çocuk?” sözüne, “Öğretmen” yanıtını verdi.
İlk Öğretmenler Günü’nde yılın öğretmeni seçilen, 1982’de emekli olana kadar pek çok okulda öğretmen, müdür yardımcısı ve okul müdürü olarak eğitim veren Refet Angın, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk kadın öğretmenlerinden olarak 90 yaşında verdiği bir söyleşide Atatürk’e karşı görevini yerine getirmiş olabilmeyi istediğini söylüyordu.
2010 yılında kaybettiğimiz Angın, annesinin çok yıllar sonra itiraf ettiği “Ben senin günlerce aç kaldığını bilirim” sözünü de hayatı boyunca unutmamıştı.
Cumhuriyet’in Hanımefendisi: Mevhibe İnönü
Gülsün BİLGEHAN
7 Şubat 1992 sabahı bütün Türkiye bir kadın için ağladı. Cenazesine, devlet töreni olmadığı halde, cumhurbaşkanından temizlik işçisine kadar toplumun her kesiminden insan katıldı. Cami avlusunu dolduranlar, imamın, “Merhumeyi nasıl bilirdiniz” sorusuna kalplerinden gelen bir içtenlikle, çoğunun gözlerinde bir damla yaş, “İyi bilirdik!” diye tek ağızdan yanıt verdiler. Orada bulunanların rütbeleri, sınıfları, siyasi fikirleri kalmamıştı, hepsini aynı kadına duydukları saygı birleştirmişti...
Mevhibe İnönü, ‘Cumhuriyet’in Hanımefendisi’ydi.
1897’de Osmanlı İmparatorluğu’nda doğan küçük kızın beşiğine sanki o gün gökten melekler inmiş ve her biri çeşitli dileklerde bulunmuşlardı. Bir tanesi güzellik, zarafet, iyilik; diğeri sabır, cesaret ve zekâ, en sonuncusu ise olağanüstü bir hayat sunmuştu. Babasını küçük yaşta kaybeden Mevhibe, annesi ile büyükbabasının İstanbul’daki evinde, muhafazakâr bir ortamda büyümüştü. 1916’da, Süleymaniye semtinde, kendisini bir anahtar deliğinden görerek beğenen Miralay (Albay) İsmet Bey’le evlendi ve eşinin Milli Mücadele’ye katılmasıyla hayatı birdenbire değişti. Birçok vatansever gibi ailesiyle birlikte Anadolu’ya geçti. Sakarya Savaşı sırasında ilk çocuğu İzzet’i Malatya’da kaybettiğini aylarca cephedeki eşinden sakladı. Kurtuluş Savaşı’nı Malatya, Konya ve İzmir’de yaşayan Mevhibe Hanım, 24 Temmuz 1923’te Lozan’da imzalanan Barış Antlaşması imza töreninde yeni kurulacak Türkiye devletinin ilk örnek kadını olarak yer aldığında, 26 yaşındaydı.
Mevhibe Hanım, savaşla geçen dokuz yılın ardından, Cumhuriyet’in ilk başbakan eşi olarak 1925 yılında Ankara’ya geldi ve Çankaya’da Pembe Köşk diye adlandırılan eve yerleşti. İzmir’de doğan oğlu Ömer’den sonra, 1926’da Erdal ve 1930’da Özden burada dünyaya geldiler. 1938’e kadar başbakan ve 1938-1950 arası cumhurbaşkanı eşi olarak toplum önünde sürekli ‘en önemli kadın’ görevini üstlenen Mevhibe İnönü, gösterişten uzak sade kişiliği, zarafeti ve iyi kalbiyle Türk halkının gönlüne yerleşti. Türkiye Yardım Sevenler Derneği ve Türk Kadınlar Birliği gibi sosyal amaçlı kuruluşlarda kurucu olarak çalışan Mevhibe Hanım, gelenek, görenek ve inancına bağlılığını sürdüren çağdaş bir Cumhuriyet hanımefendisi olarak tanındı. Başkentin sürücü ehliyetine sahip ilk kadınlarından oldu, iyi bir biniciydi, kar kayağı yaptı, uçak bile kullandı! Kaç-göç alışkanlığıyla yetişen dönemin kadınları için, toplumda eşi ile el ele yer alan bir rol model, önder oldu. Hayatı boyunca siyaset ve devlet işlerine karışmaktan özenle kaçınan Mevhibe Hanım, kendisine büyük bir aşkla bağlı olan İsmet İnönü ile 57 yıllık mutlu bir evlilik yaşadı, sevgi dolu bir anne ve sevimli bir büyükanne olarak 1992 yılında vefat ettiğinde arkasında unutulmayacak bir isim, pek çok anı, belge, mektup ve titizlikle sakladığı özel eşyalarını bıraktı. Bunların arasında yıllarca Türk kadınının şıklığını yansıtmış giysileri önemli bir yer tutuyordu.
Piri Reis’i dünyaya tanıttı: Afet İnan
Prof. Dr. Tülay Alim BARAN
1925 yılında Bursa Kız Öğretmen Okulu’nu bitiren Afet İnan, İzmir’de öğretmenlerin verdiği bir çay ziyafetinde Mustafa Kemal ile tanışmış ve onun desteği ile önce dil eğitimi daha sonra ise üniversite ve doktora çalışması için Lozan’a gitmiştir. Yabancı ders kitaplarında gördüğü Türk milletine ilişkin doğru olmayan bilgiler onu Türk uygarlığı konusunda çalışmaya yönlendirmiştir. Gerek yurtiçinde ve gerekse yurtdışında Türk tarihine dair yanlışları düzeltmek, eksiklikleri gidermek ve sahip olunan değerleri ortaya çıkarmak için Mustafa Kemal Atatürk ile görüş alışverişinde bulunarak çok sayıda çalışma yapmış, Cenevre’de verdiği konferanslaPiri Reis’in dünyaya tanıtılması konusunda önemli bir adım atmıştır. Atatürk’ün özellikle tarih ve dil çalışmalarında yanında bulunmuş ve Türk Tarih Kurumu’nun oluşturulmasında kurucu üye olarak görev aldığı gibi, bu kurumun çalışmalarının vazgeçilmez bir ismi olarak Türk milletinin dünyadaki yeri konusundaki algıyı bilimsel verilerle değiştirme hedefini sürekli olarak muhafaza etmiştir.
Yazdığı eserlerle sadece Türk tarihine ve uygarlığına katkıda bulunmamış aynı zamanda Cumhuriyet’in kültür alanına ilişkin adımlarının, bu konuda çalışma yapan kişilerin ve bu çalışmaların başında bulunan Mustafa Kemal’in de daha iyi kavranmasına yardımcı olmuştur. Toplumun eşit bireyleri olan kadınların siyasi haklarının verilmesi konusunda başlamış olan çalışmaların hızlandırılmasını sağlamış olan Afet İnan, bu mücadelesi ve başarısı nedeniyle Cumhuriyet kadınları için ayrı bir öneme sahiptir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Atatürk’ten Mektuplar, Atatürk ve Kadın Haklarının Kazanılması, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, İzmir İktisat Kongresi ve Mustafa Kemal’in kendisine dikte ettirdiği Medeni Bilgiler kitabı başta olmak üzere Türkçe ve yabancı dillerde çok sayıda eser vermiştir. 8 Haziran 1985 tarihinde kaybettiğimiz Afet İnan, Atatürk ve dönemin düşünce hayatı konusunda temel başvuru kaynaklarından birisidir.
8 bin saat uçan kadın: Sabiha Gökçen
Sabiha Gökçen (1913-2001) dünyanın ilk kadın savaş pilotuydu.
Dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak tarihe geçen Sabiha Gökçen, aynı zamanda Atatürk’ün manevi kızlarından biri. Bir Bursa ziyareti sırasında Atatürk tarafından 12 yaşında evlat edinildi, Üsküdar Kız Lisesi’ni bitirdi. Ardından Türk Hava Kurumu’nun Havacılık Okulu’na girdi. Yüksek planörcülük kurslarına katılmak üzere Sovyetler Birliği’ne bağlı Kırım’a giden Gökçen, geri dönüşte Eskişehir Hava Okulu’na girdi. 1934’teki Soyadı Kanunu’yla birlikte Atatürk tarafından kendisine ‘Gökçen’ soyadı verildi. Av ve bombardıman uçakları alanında uzmanlaştı. 32 muharebe uçuşuyla birlikte toplam 8 bin saat civarında uçuş gerçekleştiren Gökçen, Cumhuriyet’in en tartışmalı askeri operasyonları arasında gösterilen ‘Dersim Harekâtı’na da katıldı.
1938’de yaptığı Balkan turuyla adını Avrupa’ya duyurmaya başladı. Gökçen, 1940 yılında Üsteğmen Kemal Esiner ile evlendi ve eşine kendi soyadını verdi. Son uçuşunu, tam 83 yaşında 1996 yılında gerçekleştirdi. Fransız pilot Daniel Acton ile bir Falcon 2000 uçağı kullanan Gökçen 2001 yılında yaşamını yitirdi.
'Ben korku nedir bilmedim': Semiha Es
Kore’de 3 zor yıl... Semiha Es, bu yıllarda haftada 5 gün hep cephede çalıştı. Derme çatma kulübelerde, tahta sıraların üzerine kıvrılarak bazen kıyafetlerini bile çıkarmadan uyudu. Ölü askerlerin cesetleriyle, her an patlamaya hazır cephane dolu kamyonlarda seyahat etti. Cepheden hastaneye yaralı taşıdı... Ve çevresinde gördüğü her şeyi, vahşeti, şiddeti, masumiyeti, bitmek bilmez bir merakla fotoğrafladı. Bütün dünya görsün diye kayıt altına aldı. 1950-53 yıllarında, Kore Savaşı’nı Hürriyet okurlarına aktardı.
Semiha Es, bir öncü kadın... O güne dek erkeklere ait olduğu varsayılmış bir alanda, savaş muhabirliğinde sivrilmiş, iz bırakmış bir kadın. Vietnam’dan Ruanda’ya boynunda fotoğraf makinesi, tüm tehlikeleri göze alarak seyahat etti, savaşın göbeğinden bildirdi. 2012’de 100 yaşında vefat etmeden önce verdiği röportajlardan birinde “50 yıl boyunca elimde fotoğraf makinemin olmadığı bir anım olmadı” diyordu.
1912 doğumlu Es, çocukluğundan beri fotoğrafa meraklıydı. Gazeteci Hikmet Feridun Es’le evlenmesinin ardından beraber seyahat etmeye, haber yapmaya başladılar. Biri yazıyor, diğeri fotoğraf çekiyordu. Semiha Es’in kadrajına Hollywood ünlüleri de girdi, Afrika kabileleri de... En unutulmaz karelerini savaş alanlarından geçti. “Ben korku nedir bilmedim ama savaş çok korkunç” diyen Es, hayatının sonuna kadar etrafına araştırarak bakmayı sürdürdü. Son yıllarında yatağını pencere önüne kurdurması şüphesiz bundan.
Görkemli bir gerçek: Mualla Eyuboğlu
Tuba ÇANDAR
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının ilginç bir temsilcisidir. Trabzonlu Eyuboğlu ailesinin tek kızları; ressam Bedri Rahmi ile şair Sabahattin Eyuboğlu’nun kızkardeşleridir. Kendisini onlarla tanımlamaktan gocunmaz, ünlü olmamayı önemsemezdi.
Oysa Türkiye’nin ilk kadın mimarlarındandır. Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirdikten sonra, ‘Köy Enstitüleri’ denilen eğitim seferberliğine katılmıştır. Bir Anadolu âşığıdır o. Gidilecek yere tren yoksa katır vardır mutlaka. Yün şalvarı ve postallarıyla yirmiden fazla Köy Enstitüsü’nün kuruluşunda çalışır.
Zehirli sıtma yüzünden babasının zoruyla İstanbul’a dönünce akademiye asistan girer. Ama sıkılıp kaçar, hafriyat mimarı olarak Efes ve Yazılıkaya kazılarına katılır.
Sonunda Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Raportörlüğü’ne getirilir: “Mardin’den Edirne’ye kadar bütün eski eserler kontrolüm altında. Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi, Süleymaniye Külliyesi, Emirgan Yalısı, ne varsa restore ettik işte. Rumeli hisarı ve Topkapı Sarayı Harem Dairesi’ni de tabii. Anlayacağın hep iş, hep iş...”
Yaşamöyküsünü anlattığım ‘Hitit Güneşi’ adlı kitabımda böyle özetlemişti, ülkesinin kültür mirasına adanmış koca ömrünü. Tevazu Mualla Hanım’ın hakikatiydi. Ama görkemli bir gerçekliği de vardı. Galata’nın ünlü Doğan Apartmanı’nda Anadolu uygarlıklarının canlı müzesi bir dairede yaşardı. Ak saçlarını gümüş tarakla tutturur, Anadolu motifli uzun giysilerini akik ve firuze takılarla süslerdi.
Kendine özgü bir Cumhuriyet kızıydı. Hem Atatürkçü bir idealist, hem de tasavvuf ehliydi. Hem geleneklerine bağlı hem de ‘haymatlos’ bir Almanla evlenecek kadar moderndi:
“Bu evde Robert’le (Anhegger) mevlit okutur, kandillerde toplanırdık. Adımızı gericiye çıkardılar. Köy Enstitüleri’nin yıldönümlerini kutlardık. Komünist dediler. Her boyaya boyandık yani. Hepsine gülüp geçtik. Sabahattin Abimin dediği gibi, ‘bizden memleketi sevmek, gerisine boş vermek...”
İlk ‘mektepli’ kadın fotoğrafçı: Yıldız Moran
Yıldız Moran (1932-1995) Anadolu'yu köşe bucak çektiği fotoğraflarıyla bir dönemi kayıt altına aldı.
Bir röportajında başarısızlık yüzünden başladığını anlatıyor fotoğrafçılığa. Kolejde sınıfta kalınca, dayısı ressam Mazhar Şevket İpşiroğlu onu fotoğrafa yöneltti. Okula gitmeye üşeniyordu (bu yüzden sınıfta kalmıştı) ama İngiltere’ye, fotoğraf eğitimi almak için gitmeye üşenmedi. 1950’de henüz 18 yaşındayken apar topar gittiği Londra’da, önce Bloomsbury sonra Ealing Teknik Koleji’nde eğitim aldı. Arkadaşları arasında hızla sivrilip Londra ve Cambridge’de sergiler açtı. İspanya ve Portekiz’i dolaşıp çekimler yaptı; bu çekimleri bir kitap haline getirdi.
Türkiye’nin eğitim almış ilk kadın fotoğrafçısıydı. Memlekete döndüğünde Anadolu’yu köşe bucak dolaşıp fotoğraflar çekti; sergiler açtı, sonra tuhaftır, her şey birdenbire bitti. Şair Özdemir Asaf’la evlenip mesleğini bırakan Moran’ın sanatı, üslubu unutuldu. Ta ki son yıllarda yeniden -ve iyi ki- keşfedilene dek.
2013’te Pera Müzesi’nde açılan ‘Yıldız Moran-Zamansız Fotoğraflar’ sergisinin kataloğu, onu şöyle tarif ediyor: “Işığı büyük bir ustalıkla kullanarak elde ettiği teknik başarısının ötesinde; ruhunu, aklını, kalbini yani kendini de katarak görüntünün izini derinleştirebilmiş bir fotoğrafçı.” Belli ki izini kaybettirmekte de ustaydı.
Benzemez kimse ona: Müzeyyen Senar
Cumhuriyet’in divası. Benzersiz bir ses. Cumhuriyet’ten beş yıl önce doğdu, Mondros Antlaşması’nın imzalanmasından birkaç ay evvel. Klasik Türk Musikisi’nin birçok sembol ismi gibi Bursalıydı. Müzik eğitimine Anadolu Musiki Cemiyeti’nde başladı. Güçlü sesi, ustaların dikkatini çekti. Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar gibi klasik Türk muziği üstatlarından dersler aldı. Kısa sürede şöhret oldu. Öyle ki Mustafa Kemal bile onu sahnede dinledi. ‘Türk sanat müziği’ denince akla gelen ilk isimlerden biri oldu hep. Hem taşplak hem kaset hem CD döneminde albümler yaptı. Bu özelliğiyle de benzersizdi.
‘Cumhuriyetin Divası Müzeyyen Senar’ kitabının yazarı Radi Dikici, onu şu sözlerle anlatıyor: “Tılsımını adının harflerinde taşıyan bir imge... Dudaklarının arasından dökülen tek notayla milyonların yüreğini titreten eşsiz bir ses... Gözlerinin ışığıyla bulunduğu ortamın aurasını değiştiren bir eda... Seslerin ve ezgilerin büyüleyici dünyasına adanmış bir yaşamın öznesi... Sözcüklere sığmaz bir kadın... İhtişamlı bir geleneğin klasiklerinden, günümüzün gönül okşayan fantezilerine uzanan musikimizin doruktaki değerlerini en özgün ve özenli biçimiyle geniş halk kitlelerine benimseten yüksek icranın eşsiz bir örneği...”
O ses gerçekten Türkiye: Safiye Ayla
Safiye Ayla (1907-1998) pek çok sanatçı için bir ‘ölçüt’ oldu.
Türkiye iki sesle özetlenecek olsa, biri Zeki Müren’dir diğeri ise Safiye Ayla. Kendinden sonra gelen her ses için bir ölçüt oldu, “Bir Safiye Ayla değil ya” dendi mi başlar yere eğildi. Oysa o hayata şanssız başlamıştı. Babası henüz o doğmadan, annesi ise üç yaşındayken öldü. Çağlayan Darüleytamı’nda büyüdü, ardından Bursa Muallim Mektebi’nde okudu. İstanbul’a ilkokul öğretmeni olarak döndüğünde Eyyubi Mustafa Sunar’dan müzik dersleri aldı.
Öğretmenlik geride kalmıştı artık, o billur ses gazinoların yankılanmaya başladı. Pürüzsüz sesi, iyi diksiyonuyla ‘farklı’ydı. Popüler şarkıları da söylerdi klasik Türk müziğinden örnekler de. ‘Çile Bülbülüm’e başladı mı nefesler tutulurdu. Atatürk’ün onu dinlemekten ne kadar zevk aldığına dair hikâyeler hepimizin malumu. Sesi Çankaya’da çok kez yankılandı. Açılışından itibaren İstanbul Radyosu’nda sayısız konser verdi, beş yüzden fazla plak doldurdu.
Bugün alışageldiğimizin aksine hayatının bütün ayrıntılarının bilindiği söylenemezdi. Hatta Türkiye İşçi Partisi’ne üye olduğu Nalan Seçkin’in kaleme aldığı ‘Musalladan Şöhrete Safiye Ayla’ ismli kitapta yazılınca epeyce şaşkınlık uyandırdı. Ayla kitapta 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e de sitem ediyordu: “Sanıyorum Paşa’ya benim TİP üyesi olduğumu söylediler. O nedenle bana devlet sanatçılığı ödülü verilmedi. Bu yüzden ona kırgın ve küskünüm.
Ben de gönül çektim eskiden: Seyyan Hanım
Seyyan Hanım (1913-1989) tangolarıyla bir döneme ses verdi.
Necip Celal besteledi, Necdet Rüştü sözlerini yazdı ve 19 yaşında gencecik bir kadın, içine kalbini katarak söyledi: “Mazi kalbimde bir yaradır / Bahtım saçlarımdan karadır / Beni zaman zaman ağlatan / İşte bu hazin hatıradır.” Türkçedeki ilk özgün tango şarkısı, 1932 ürünü ‘Mazi Kalbimde Bir Yaradır’ bugün hâlâ her dinleyeni efkârdan efkâra sürüklüyorsa, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne ses veren o genç kadının, Seyyan Hanım’ın eşsiz yorumu sayesinde.
1913’te İstanbul’da doğdu Seyyan Hanım. Sesinin güzelliği onu orta eğitimden sonra devam ettiği konservatuvarda hemen öne çıkardı. Bir duyan bir daha unutamıyordu. Vefatından hemen önce, Murat Belge’yle yaptığı röportajda “Sesim alaturkaya gitmiyordu, tangoya müsaitti” demişti. Seyyan Hanım (daha sonra Seyyan Oskay) Cumhuriyet’le beraber kadın sanatçılara açılan sahnelerin öncülerindendi. O, yeni döneme ruhunu üfleyenlerdendi...
Aşkın solfej hali: Sezen Aksu
Mehmet Y. YILMAZ
Bir Sezen Aksu konserine giderseniz, ne görürsünüz?
“Saçmalama, elbette Sezen Aksu’yu görürüz” diyenlere, kırıldığımı söylemek isterim.
Yoksa siz, Sezen Aksu konserlerine, Sezen Aksu’yu seyretmek için mi gidiyorsunuz?
Hayır, ben o amaçla gitmem.
Şarkıları dinlemeye giderim, Sezen’i sahnede ve sahne dışında bin kere gördüm, onun için sahneye genellikle arkamı döner, konsere gelenleri izlerim.
Bir kere konsere gelen her dört kişiden üçünün elinde cep telefonu olur.
Kimisi telefonu sahneye doğru tutup, konsere gelemeyen arkadaşına şarkıları dinletmeye çalışır, kimisi video çekmeye.
Ama en çok birinci gruptakiler vardır, onları hemen anlarım, çünkü telefonu yukarıya olabildiği kadar kaldırıp, sahneye doğru tutmaya çalışırken, ellerini de sallarlar.
Sallanan bir telefonla video çekme tekniği henüz icat edilmedi tabii!
Buna hiç şaşırmam.
Sezen Aksu’nun ilk plağını çıkardığı 1975 yılından beri Türkiye’de yaşayıp da Sezen’in şarkılarıyla ilgili bir anısı olmayan kaç kişi vardır acaba içimizde?
Sanıyorum bu sorunun yanıtı “Hiç kimse” olmalı.
Müzik dinlemekten hoşlanmayan, bir müzik duyduğu zaman duygulanmayanlardan söz etmiyorum elbette.
Bir araştırma yapsak ve “Sevgilinizden ayrıldığınızda Sezen’in şarkılarında kendi acılarınızı bulup gözyaşı döktünüz mü” diye sorabilsek, eminim grafiğini çizmek çok kolay olur.
Bir koca yuvarlak çizer, içini boyarsınız, altına da “Yüzde 100” yazarsınız, olur biter.
Aşk acısıyla Sezen’in şarkıları iyi gider çünkü!
“Uzanıp, Kanlıca’nın orta yerinde bir taşa/Gözümün yaşını yüzdürürüm Hisar’a doğru/Yapacak hiç bişey yok gitmek istedi gitti/Hem anlıyorum hem çok acı tek taraflı bitti/Bi lodos lazım şimdi bana bi kürek bi kayık/Zulada bir kaç şişe Yakut yer gök kırmızı /Söverim gelmişine geçmişine ayıpsa ayıp!”
Şarap, aşk acısının sıvı hali olur, şişenin dibini görürsün, şarkının altıncı çalışında!
Sezen ile birlikte terk edilme acısı çekmeye “Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı” ile başlamıştık diye hatırlıyorum. Ve hiçbir zaman unutulmayacak ‘Kaybolan Yıllar’ ile.
“Dönüşü yok beraberce karar verdik ayrılmaya/Alışmalı arkadaşça yolları ayırmaya.”
Sevdiğinden ayrı düşen kaç kişi ağladı bu şarkıyla. “Yine de tek bir söz söylemeye bile hakkım yok” dediği halde.
Pişmanlık şarkı olur, gelir diline yapışır: Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler!
Kimse vermez o yılları geri.
Saatini geri alabilirsin ama geri aldığın saat hiçbir zaman bıraktığın andaki saat değildir.
Tanrı, evrenle barbut oynamaz çünkü, kulakları çınlasın Einstein’ın!
Beddua edersin, “Hadi otur o sarı odalarda oturabilirsen!”
Terk edilmek, insanın içinde öfke birikmesine de neden olur.
Önce terk eden suçlanır, “Demek ki hiç sevmemiş, her şey bir yalanmış” dersin. Kötü sözler dökülür ağzından, kusura bakmayın onları buraya yazamayacağım.
Sonra öfke kendine döner, terk edilme acısı çekmenin ikinci ve alışmaktan önceki son aşamasıdır.
Sezen’in şarkısı yetişir imdadına:
“Kalınca sebepsiz bir başıma/Hatıralar beynimde dans ediyor/Günahlarım dizilip birbir karşıma/Sanki birer birer intikam alıyor/Sen de benim hatalarımdan birisin/Sen en güzel duyguların katilisin.”
Kaderi suçlarsın:
“A benim avanak, arızalı, arsız gönlüm, feleğin çemberine takılıp döndün ya!/Kader, kahpe kader/Ağlarını ördün mü?”
“Ağlamak güzeldir, süzülürken yaşlar gözünden”i dinlerken kaç ton gözyaşı döktü bu millet? Kaç âşık bunu “Sen ağlama/dayanamam/ağlama göz bebeğim/sana kıyamam” ile yanıtladı? Aşk varsa, yeni başladıysa ya da bitmesine daha çok varsa, onun tanığı da yine bir Sezen şarkısı olur genellikle.
“Bizim şarkımız” diye başlar bu işler.
Bir otomobilin ön koltuğunda da tutulmuş olabilir bu şarkı, bir barda ikinci kadehi içerken de. Belki bir sahil kasabasında, sevgilinin beline sarılmış yürürken uzaktan duyarsın ve karar verirsiniz o anda: Bu bizim şarkımız!
“Bizim şarkımız” unvanını kazanmanın bir şarkıya yükleyeceği sorumluluklar vardır, sadece şarkıya değil elbette, sevgililere de!
Ne zaman yalnızken o şarkıyı dinlesen, o şarkıyı ilk dinlediğiniz an gelir aklına, sarılırsın telefona: “Şarkımız çalıyor”!
Bilirsin ki senin o anda hissettiğin her şey, bilmem kaç kilometre ötede bir başka kalpte de aynı çarpıntıyı yaratır.
Düşünüyorum da bir “Best of Sezen Aksu” albümü yayımlanacak olsa, albümün yapımcısı ne kadar titiz bir seçim yapmış da olsa eleştirilerden asla kurtulamazdı.
Ben kendi seçimlerimi yazayım, en iyisi, editörlerimiz bu listeyi bir küçük kutucuk içinde sayfaya koymayı unutmazlarsa tabii!
Belki bir gün bunların hepsini telefonuma kaydeder, günler geceler boyunca dinler, dinlerim. Daha bir sürü şarkı adı yazabilirim. Ama her şeyi tadında bırakmak gerek.
Zaten yazsam ne işinize yarayacak, en iyisi girin YouTube’a, dinleyin bir şarkı. Herhangi bir şarkısı olabilir. Hissedeceğiniz şey, bu koca sayfada anlatmaya çalışıp, başaramadığım en insani duygularımızla ilgili olacak.
BEST OF SEZEN AKSU (MEHMET Y. YILMAZ SEÇKİSİ)
* Kaybolan Yıllar
* Minik Serçe
* Kaç Yıl Geçti Aradan
* Ağlamak Güzeldir
* Sen de Benim Hatalarımdan Birisin
* Ben Her Bahar Âşık Olurum
* Dilimin Ucunda Kelimeler
* Firuze
* İkinci Bahar
* Sen Ağlama
* Haydi Gel Benimle Ol
* Geri Dön
* Dağlar Dağlar
* Değer mi Hiç
* Ali
* Sarışınım
* Şinanay
* Onursuz Olmasın Aşk
* Adı Bende Saklı
* Kahpe Kader
* Keskin Bıçak
* Sarı Odalar
* Şarkı Söylemek Lazım
* İkili Delilik
Cumhuriyet kadınının sesi: Leyla Gencer
Doğan HIZLAN
Leyla Gencer’i ilk kez Dram Tiyatrosu’da sahnelenen Tosca’da dinledim.
Bilet alabilmek için uzun bir kuyrukta beklemiştim. O günden sonra, nereye gitsem onun plaklarını arayıp buldum, o zamanlar CD yoktu, uzunçalarların hepsi korsan kayıtlardı. Bir Türk sopranosunun sesine hayran olduktan yıllar sonra kendisiyle tanıştım, uzun görüşmelerimiz oldu.
Dinlediğim plaklar, hakkındaki yazılar, onun opera dünyasındaki uluslararası ününü göstermişti.
Gencer’in hayatı kendini adamışlıkla ve mücadele ile geçti.
Ankara’da söylenen aryalar bütün dünyada yankılandı. Birçok unutulmuş operayı, sesiyle dünyaya hatırlattı. İtalyan ve dünya operasının birçok adlarını artık herkes bir Türk sopranosunun sesinden dinleyip öğreniyordu.
İstanbul’a gelmeye başladığı yıllarda, onu ziyaret etmekten, yalnız müziğinden dolayı değil kişiliğine duyduğum hayranlık dolayısıyla da özel keyif alırdım.
Operanın mabedi olan La Scala’da önce sanatçı, sonra öğretmen olarak büyük hizmetler verdi.
İtalya’ya gittiğimde, birçok genç İtalyan soprano, kendilerini Leyla Gencer’in dinlemesi için benim aracılık etmemi, eski deyişle tavassutumu isterlerdi, onu telefonla arardım, o da büyük bir alçakgönüllülükle onlara randevu verir, ilk fırsatta dinlerdi.
Türkiye’yi hele İstanbul’u unutmadı, özlem duyduğu memleketini her yerde temsil etti. Daha ilk yıllardan itibaren yabancı devlet adamları geldiğinde, onlara konserler verdi, böyle bir sesin sahibinin Türk olduğunu ispatladı. Övgüleri, kutlamaları hem kendi hem ülkesi adına kabul etti.
Atatürk çoksesli müziği ve operayı yerleştirmeyi, rejimin ana ilkelerinden biri olarak kabul etmişti. İşte bu dileği gerçekleştiren kadınların başında geliyor Leyla Gencer, öldükten sonra külleri Boğaz’ın sularına savruldu.
(Leyla Gencer’in yaşamı, sanatı hakkında ayrıntılı bilgi için Zeynep Oral’ın Leyla Gencer Tutkunun Romanı kitabını okumalısınız.)
Leyla Gencer (1928-2008), bir İtalyan pasaportu da taşımasına rağmen hiçbir zaman kullanmadı.
Bir rüyayı gerçekleştirdi: Sertab Erener
Kolunda serumla bir hastane odasında yatıyor. “Her damla arası bir ömür” dediği o anlarda, hayalleri silikleşmiş, kendinden vazgeçmiş halde. Sezen Aksu başucuna geliyor, “Hadi kalk bu yataktan, her şeye rağmen bitirmelisin bu albümü, yarın kayıt var” diyor. Sonrası malum... Üç oktav sesiyle bezeli rekor satış yakalayan albümler, sayısız hit şarkı, üstüne bir de Eurovision birinciliği.
Yarışmanın sunucusu Bülent Özveren’in “Tam 25 yıl bu anı bekledik” dediğinde Erener, ülkesinde F-16’larla karşılanacağını henüz bilmiyor. Diyeceğimiz, söz konusu Sertab ise başrolde hep sebat var... Konservatuvara gitmeyi kafasına koyduğunda misal yaşı henüz 11. Eve hemen bir piyano alınıyor; kolit hastalığıyla mücadele ederken uğraşmaya başladığı müzik onu hayata bağlayan unsur oluveriyor.
Hastalıkla 21 yıl mücadele eden ve onu aşkın albüm yayımlayan koloratür sopranomuzun alametifarikası Türk Sanat Müziği albümleri ve soundtrack’ler. Yaşadığı her şeyin sahibinin kendisi olduğuna inanan Erener, ne istediyse yaşadığını, pişmanlıkları olmadığını söylüyor: “Çünkü hepsinden bir şey öğrendim.”
Özsoy Operası’nın Ayşim’i: Semiha Berksoy
Zeliha BERKSOY
Semiha Berksoy (1910-2004)
Semiha Berksoy, Türk sahne hayatının ilklerinde olmuş bir sanatçımız. Henüz çok gençken Güzel Sanatlar Akademisi’nde Namık İsmail Atölyesi’nde resme başladı, bunun yanısıra Darülbedayi Tiyatro Okulu’nda oyunculuk ve İstanbul Belediye Konservatuarı’nda Nimet Vahit Hanım’ın yanında şan eğitimini yürüttü. Buradan anladığımız 18 yaşında bir Türk kızının kendi yeteneklerini ciddi bir eğitimle şekillendirmek istemesidir... Berksoy hayatı boyunca bu üç sanat dalını bünyesinde olgunlaştırdı ve ölümünden yıllar önce dünyanın en önemli sanat merkezlerinde kabul gördü.
İlk sesli Türk filminden sonra 1934’de Atatürk’ün emriyle sahnelenen ilk opera temsilimiz olan Özsoy Operası’nda Ayşim rolünde sahneye çıktı ve ilk opera sanatçımız olarak TBMM’den ödül aldı. 40 yıl boyunca Ankara Devlet Operası’nda görev yaptı. Yurt içi ve yurt dışında verdiği konserler ve oynadığı operalarla büyük övgüler kazandı.
Resim sanatımızdaysa kavramsal ressam olarak da tüm dünyada tanındı. Resimleri yurt içi ve yurt dışında birçok sergi ve müzeye davet edildi ve onlarla sergiler düzenlendi.
Manş’ı geçen ilk Türk kadını: Nesrin Olgun
“Maşallah! Ne de güzel sigara içiyorsun! Sen böyle mi yüzücü olacaksın? Yok kızım yok. Sen yüzücü olamazsın. Tamam. Artık yarın havuza gelme!”
Bir insan bu sözü duyunca hırs yapıp “Öyle mi! Ben de Manş’ı geçeceğim” der mi? Söz konusu Nesrin Olgun ise der. Zaten demiş de. Üstelik sözünde de durmuş.
Nesrin Olgun, Türkiye’nin Manş’ı yüzerek geçen ilk kadın sporcusu. Liseyi bitirdiği yıl kendisini havuz başında sigara içerken gören Adana Beden Terbiyesi Müdürü Tuncay Şenyüz’ün sözleri hayatını değiştirmiş. Sene 1975.
Soluğu antrenör Kutsal Özülkü’nün yanında alıyor. “Ben Manş’ı geçeceğim, antrenörüm olur musunuz?” Cevap kati: “Yarın gel. 10 kilometre aralıksız yüzebilirsen çalıştırırım seni”.
Ertesi sabah havuzda açıyor gözlerini. 1,2,3... 5’inci kilometrede kolları ağrıyor, ayaklarına kramp giriyor. Antrenmansız. Zorla da olsa tamamlıyor 10 kilometreyi. Tam beş saatte. Kutsal Özülkü’yü hocalığa ikna ediyor.
Dört yıl boyunca çalışıyor. Her gün saatlerce antrenman, binlerce kulaç. Sonunda “Tamam” diyorlar, İngiltere’ye gitmeye karar veriyorlar. Ama para yok. Kendi harçlığı, annesinin emekli maaşı, Adana Demirspor Başkanı’ndan 500 dolar, Manş’ı geçen Erdal Acet’ten 100 dolar. 17 ülkeden gelen diğer yüzücülerin aksine otelde kalamıyorlar. Kendi yemeklerini yapmak zorundalar.
Manş’taki ilk antrenmanında ilk şoku yaşıyor genç Nesrin: Su buz gibi... Adana’nın sıcağına alışan bir sporcu için feci bir haber bu. 34 kilometre yüzecek. 27 Ağustos 1979 gecesi macera başlıyor. Suya atlıyor... “Karanlıklar içinde dalgalanan Manş’a dalmış düşünüyorum. Havanın soğukluğundan mı, heyecandan mı iliklerime kadar ürperiyorum. Sular dalgaların hışırtısı ile kulaklarım zonkluyor. Dalgalar köpüre köpüre karanlıklara doğru uzayıp gidiyor...”
10 saat sonra muazzam bir akıntı başlıyor. Hem de bitime 3-4 mil kalmışken. O mesafe tam altı saat sürüyor. Toplam 15 saat 47 dakika... Nesrin başarıyor. “Kıyıya çıkıp yaklaşık 10 metre yürüdükten sonra toprağa uzandım. O ıslak, o buz gibi toprağın bana ne denli sıcak geldiğini anlatamam. Bir devi yenmiştim...” Azmiyle adını Cumhuriyet tarihine yazdıran Nesrin Olgun bugün genç yüzücüler yetiştirmeye devam ediyor.
Samiye Hanım uçar gider: Samiye Cahid Morkaya
Samiye Cahid Morkaya (1899-1972) Türkiye’nin ilk kadın otomobil yarışçısı.
İstinye Köprüsü ile Zincirlikuyu arasında 9.5 kilometrelik bir parkur... Samiye Cahid Hanım (Morkaya) o parkurda yapılan otomobil yarışını 1932’de birincilikle tamamladı. Yarışın ertesi günü tüm gazeteler birinci sayfalarını ona ayırmıştı. Otomobil kullanan kadın sayısının bir elin parmaklarını geçmediği bir dönemde, zorlu bir yarışı erkek sürücülere toz yutturarak kazanan bir kadın...
VEHBİ BEY’İN İTİRAZI
Bu galibiyet memnuniyetle karşılandı. Ancak o kadar sıradışı bir durumdu ki bazı tuhaflıklara da yol açtı. İkinci gelen Vehbi Bey, yarışın iptalini istiyor, gerekçe olarak da birincinin bir kadın olmasını gösteriyordu! Şimdi komik gelse de iş büyüdü, hatta mahkemeye aksetti. Mahkeme bu birinciliği onadıktan sonra ancak, Samiye Hanım şampiyon ilan edilebilmişti.
Aslında bu, Samiye Cahid’in katıldığı ilk yarış değildi. Şampiyon, Turing Kulüp’ün senelik yarışmalarına, 1930 ve 1931’de de katılmış, dereceye girmişti. 1922’den beri de İstanbul sokaklarında devrin havalı arabalarını kullanıyordu. İlginç bir karışımdı Samiye Cahid. Şeyh torunuydu ama modern eğitim almıştı. Gazeteci ve romancı kocası Burhan Cahid ile devrin entelektüel çevrelerinde tanınan simalardandı. Tanburi Cemil Bey’den kemençe öğrenmiş, hatta devrin konservatuvarı işlevi gören Darülelhân’da hocalık yapmıştı.
Yukarıdaki bilgileri Toplumsal Tarih dergisindeki makalesinde aktaran tarihçi yazar Burak Çetintaş, son bir dramatik olayı daha naklediyor: Samiye Cahid, 1934’te aynı parkurdaki yarışta ciddi bir kaza yaptı, takla atarak parçalanan otomobilinin içinden ağır yaralı olarak kurtarıldı. Sol eli ciddi hasar gören Samiye Cahid bir daha kemençe çalamadı ancak 1974’te vefat edene dek otomobilini kullanmaya devam etti.
Dünün harika çocuğu bugünün büyük sanatçısı: İdil Biret
Doğan HIZLAN
İdil Biret’in belleğimde kalan bir fotoğrafı...
İsmet İnönü’nün yanında oturuyor, küçük bir çocuk.
Müziğin sadece bir icra işi, mekaniği değil, bir kültür verisi olduğunun bilincinde bir sanatçı.
Doldurduğu bütün CD’ler, o bestecinin referans kayıtları. Çünkü onu sadece notadan çalmıyor, bütün dünyasını, ülkesini bu icraya katıyor, daha doğrusu bu icra onu yansıtıyor.
Çok sesli müziğin, yabancı ülkelerin ve Türkiye’deki büyük şehirlerin salonlarında çalınmasının yeterli olmadığını bilen, bu gerekçeyle de Türkiye’de birçok yerde konser veren, Cumhuriyet kadınlarının misyonerlerinden İdil Biret.
İzmir’de bir özel müzik evinde armonyum çalıyor.
Bazı besteciler bazı icracılarla anılır, işte Chopin adı da İdil Biret’le özdeşleşiyor. Ödüllerle, Chopin’in ülkesi onu onurlandırıyor. Cumhuriyet’in büyük müzik reformunun, bir inanç meselesi olduğunu ve bu inancın tuşlara yansımasını gençlere öğretiyor.
O, Cumhuriyet kadınlarının inançlı bir temsilcisidir. Çünkü zirveye çıkışında bu rejimin rolünü hiçbir zaman unutmuyor, unutturmuyor da.
İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker, dört buçuk yaşında evlerinde piyano çalan İdil Biret’i unutmuyor.
Eğitimcinin çok yönlü özelliğini şöyle tanımlıyor: “Eğitimci benim görüşüme göre, yalnız öğrettiği konu değil, genel kültürden âdâbı muaşerete kadar her konuda öğrencisini eğitir, geliştirir.” Brahms’ı, onun kayıtlarının tekrar tekrar hepsini dinledim.
Ama salt bu gerekçeyle onu Cumhuriyet kadını olarak övmüyorum, o felsefeyi özümsediği ve bunu müziğe uyguladığı için övüyorum.
Kiralık kemanla parlayan yıldız: Suna Kan
Suna Kan kendisi ve İdil Biret için özel olarak çıkarılan Harika Çocuklar Yasası’yla Fransa’da müzik eğitimi alırken pek de iyi bir kemanı yoktu. Talebe müfettişinin onun için kiraladığı kemanla çalışıyordu sınavlara, sonra da iade ediyordu. Bir gün müfettiş elinde 1752 yapımı bir kemanla geldi. İstanbul’dan bir hanım onun kiralık kemanla çalıştığını duymuş, talebe müfettişine Suna Kan’a layık bir keman alması için yüklüce bir para yollamıştı. Tek bir şartla: İsmi gizli kalacaktı. 60 yıldır o keman Suna Kan’ın yanında. Bu hikâye, Suna Kan’ın Türkiye için ne ifade ettiğini anlatıyor. ‘Harika çocuk’ olarak ondan beklenenleri...
O, beklentileri boşa çıkarmadı; keman çalmaya 5 yaşında başlayan, ilk konserini 9 yaşında veren çocuk, hayatına harika bir keman virtüözü olarak devam etti.
Her ne kadar kulağı ülkenin geçmişine ait seslere kapalı olsa da, geleceğe doğru yürüyüşünden hiç vazgeçmedi. Cumhuriyet bestecilerinin eserlerini dünyaya tanıtmak için büyük çaba gösterdi.
Zubin Mehta gibi şeflerle, Yehudi Menuhin gibi solistlerle aynı sahneyi paylaşırken Cumhuriyet’in bayrağını taşır gibiydi. O, hep bu ülkenin Batı’ya dönük yüzüydü. Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini bütün bir yaşamına oya gibi işlemişti, bundan hiç vazgeçmedi.
Komşunun unutulmaz provaları: Ayla Erduran
Aslı BARIŞ
İstanbul’da yaşayan birçoğumuzun çocukluk anılarında sokağa dair sesler aynıdır: Muhtelif korna sesleri, senkronu kaymış bir tüpçü müziği, kamyonetle gezen seyyar manavın hoparlöründe boğulan ‘domates-soğan’ nidaları. Ben belki bu alanda sadece kentimin değil, Türkiye’nin en şanslı kızlarından biriyim. Çünkü benim çocukluğum, Ayla Erduran’ın tüm sokağı sarmalayan provalarını dinleyerek geçti. Taksim kaosunun hemen yakınında olmasına rağmen, kendine has huzurlu bir yapısı olan Gümüşsuyu Sarayarkası Sokak’ın tüm sakinleri de, yıllarca benimle aynı ayrıcalığı paylaştı.
Bugün 80 yaşındaki keman virtüözü, her gün aynı disiplinle erken kalkar, gecenin geç saatlerine kadar Debussy’den Brahms’a muhtelif sanatçıların konçertolarını yorulmak bilmeden tekrar tekrar çalardı. Eğer sokağımızda keman sesi kesilirse bilirdik ki Erduran ya konserde ya da turnede... Geri dönüşünü de yine balkonundan taşan provaları müjdelerdi. Mükemmeli arayışını huşu içinde dinlerdik, o, gizli dinleyicilerinden bihaber olsa da...
Ailesinin o dört yaşındayken neredeyse tüm varlığını satarak aldığı Stradivarius’tan taşan notaları dünyanın tüm ünlü sahnelerini dolduran kalabalıklar dinledi.Londra Senfoni, Suisse Romande, Berlin RIAS, Çek Filarmoni gibi orkestralarla, Albert Hall gibi salonlarda sahne aldı. Ama o, en azından dışarıdan göründüğü kadarıyla kalabalıkların içinde yalnız bir kadın. Hayatında da tek bir tutkuya yer var, o da kemanı.
Nerdesin, özledim ses ver...Neveser Kökdeş
Solmaz KAMURAN
Çocukluğumda duyar duymaz sevip hevesle öğrendiğim şarkıların en başta geleniydi: “Bahar pembe beyaz olur, güzeller neşeli olur...” Bestecisinin bir kadın olduğunu ve şarkının sözlerinin tersine kederlerle sarmalanmış bir hayat geçirdiğini çok sonra öğrendim. O yitip gittikten çok sonra... Ve onun diğer şarkılarının da müptelası oldum. Aşk ve hasret bu kadar mı güzel, bu kadar mı içten, bu kadar mı coşkulu dile getirilebilirdi: Unutmam seninle geçen anları, Aşkı fısıldar sesin, Sırdır senin aşkın bana bir sırr-ı ezeldir, Hayal ufkunda uçan bin bir renkler, Nerdesin özledim ses ver...
Köklü ve sanatla iç içe bir aileden gelen Neveser Hanım çok genç yaşta bebeğiyle dul kalmış ve hayatı boyunca hem maddi hem de manevi yokluklarla kavrulmuş bir insan. Bunlara rağmen müzikle bağını asla koparmamış. Belki de müziği onun hem iç dünyasının sesi olmuş hem de acılarına derman...
Neveser Kökdeş yaşadığı dönemin sanatsal koşullanmalarının çok dışında Batı tarzında farklı bir besteci olarak tanınıyor. Hatta döneminde onun yaptığına alaycı bir şekilde “Neveser Musikisi” bile denildiği söylenir. Çoğu vals ritmindeki yüzlerce bestesinin derin anlamlı ve içe dokunan sözlerini de hep kendisi yazmış. Tangolarıyla da tanınmış.
Bugün layık olduğu gibi hatırlanmaması aslında ne büyük bir kayıp. Çünkü zaman ne kadar değişirse değişsin ‘aşkın sesi’ değişmiyor. Neveser Kökdeş’ten bir şarkıyla, onun içli mısralarından hiç olmazsa biriyle tanışmamış aşklar, âşıklar hep bir parça eksik kalacaktır.
Gökkubbeyi titretti: Neriman Altındağ Tüfekçi
Bazı sanatçılar vardır, sesini duyduğunuz anda tüyleriniz diken diken olur, boğazınıza bir yumru oturur, yüreğinize bıçak saplanır. Türk halk müziğine ilgili olsun olmasın pek çok kişinin Neriman Altındağ Tüfekçi’den bir hoyrat dinlediğinde bu hisse kapılması muhtemel.
1929 doğumlu Tüfekçi, 1942’de Ankara Radyosu’nun sınavlarını kazandı. Sanat kariyeri yarım asrı aştı. Cumhuriyet tarihinin ilk kadın halk müziği solistiydi, radyo yıllarında çok başarılıydı. TRT’ye verdiği bir röportajında, “Gördüğüm kadarıyla bazı sanatçılar hızlı bir çalışma içindeydi. Demek burada çok hızlı çalışmak lazımdı, hem göze girmek hem de iyi bir sanatçı olabilmek için” dedi, dediğini de yaptı; çok çalıştı. İki buçuk ayda 300 türküyü notaya döktü.
Neriman Altındağ Tüfekçi, yarım asırı geçen kariyeri boyunca binlerce öğrenci yetiştirdi. Radyoda kadınlar korosunu kurdu. İlk solistlik yanında ilk kadın şef unvanını elde etti. Tam bir emek insanıydı. Sanatının doruk noktasındayken TRT’yi bırakarak konservatuvarın kuruluş aşamasında görev aldı. Okuduğu eserler uzun yıllar kaynak teşkil etti. İlk uzun hava okuyan kadındı. Yıllar önce okuduğu ‘Kışlalar Doldu, Doldu Boşaldı Bugün’ uzun havasını Tüfekçi’den daha iyi okuyan biri hâlâ yok.
Tavrı ve tarzıyla örnek oldu. Adını tarihe Türk halk müziğinin en önemli isimlerden biri olarak yazdıran Tüfekçi, 2009’da geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti.
Zamanının ötesinde: Muazzez İlmiye Çığ
Nebil ÖZGENTÜRK
Her devre ayak uyduranlardan değil, her devri hissedenlerden. Sıkı Cumhuriyetçi. Cumhuriyet ilkelerine karşı söz edenlere sözünü sakınmayanlardan. Annesi terziydi, ‘Şapka Devrimi’ ardından şapka siparişi yetiştiremiyordu. Şapkaya düşkünlüğü ondan! Kendisine ‘Sümer Kraliçesi’ denmesinden çok hoşlanıyor.
Eylemci, yolları yürümekle aşındıranlardan, hem Gezi’ci hem 8 Mart’çı hem 29 Ekim’ci hem 10 Kasım’cı...
7’sinde de 70’inde de 100’ünde de hep gülümseyenlerden. Hayata da ‘gülümser’ bakanlardan. “Bir tek Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları üzebilir beni; onlara da artık aldırmıyorum. Sözlerimle saldırıyorum!” diyor.
Doktora dahi yapmışlığı yok ancak bir profesör kadar konusuna hâkim. Sümer tabletlerini bir yemek tarifi yapar gibi deşifre edebiliyor. Bu arada 15’inden beri yemek yapıyor, ki hâlâ mutfağa giriyor.
Belleği çok kuvvetli, yüzyıl boyunca yaşadıklarını dün gibi hatırlıyor. Uykusuna düşkün. “Uyku ömrümü uzattı, tembellik bilmedim ben, bir de aç kalkarım sofradan” der hep uzun ömrün nedenlerini soranlara! Sigaraya, tatlıya, kahveye, çaya hiç düşkün değil, tiryakileri hem hoca hem abla gibi azarlar!
Makyajı 20’sinde yapmaya başladı 100 yaşında yine makyajdan, aksesuardan şaşmıyor.
Adını da kızlık soyadını da kocasından aldığı soyadı da çok seviyor.
Yani ‘ilmi’ de seviyor, konulara bir ‘çığ’ gibi hâkim olmayı da, ‘aziz’leri de..
Teşekkürler Muazzez İlmiye Çığ... Hayata kattıkların için, kanat gerdiklerin için...
Anadolu’nun dilini çözdü:Halet Çambel
Halet Çambel (1916-2014), Hitit hiyerogliflerinin çözülmesinde eşsiz bir katkı sundu.
Anne babasının ona baktıklarında ‘günleri sayılıymış’ gibi üzüldükleri bir çocuktu. Daha el kadarken tifüse, hepatite göğüs gerdi. Osmanlı’nın Berlin Büyükelçisi İbrahim Hakkı Paşa’nın torunu, Berlin’de doğup büyüyen Halet Çambel, şövalye romanlarına bayılıyordu. O cılız çocuk, hastalıkları yendi, özendiği şövalyelere benzemek için eskrim öğrendi ve dünya tarihine damgasını vurdu. Hem de iki ayrı alanda...
İlk damganın adresi yine Berlin... 1920’lerin ortasında ailesiyle İstanbul’a yerleşen Halet, 1936 Olimpiyat Oyunları’na katılmak için Berlin’e dönecekti. Suat Fetgeri (Aşeni) ile beraber eskrimde Türkiye’yi temsil ederek, olimpiyat oyunlarındaki ilk Türk kadınları unvanını aldılar. Hitler’den ve kurduğu rejimden nefret eden Çambel, oyunlara bu yüzden biraz da ayağını sürüyerek gitmişti. Amerikalı siyah atlet Jesse Owens’ın aldığı madalyayı sindiremeyip stadyumu terk eden Hitler’le tanışma teklifiniyse kesin olarak reddetti: “Bize verdikleri Alman mihmandar sporcu kız, bizi Hitler’e takdim etmeyi önerdi. Biz de ‘Hitler rejimi olunca gelmezdik. Ancak hükümetimiz bizi gönderdiği için mecburen geldik’ dedik. Bu yüzden mihmandarımızın önerisini kabul etmedik.”
Eskrim sevdasıydı ama meslek olarak arkeolojiyi seçti Çambel. İnsanlık tarihine katkısını da bu alanda sunacaktı. Paris Sorbonne Üniversitesi’ndeki eğitiminin ardından, Atatürk’ün emriyle başlatılan Hitit tarihi araştırmalarına katıldı. Çorum Hattuşaş’ta o güne dek gizli kalmış tabletlerin gün ışığına çıkmasını sağlayanlardan biriydi. Ama hayatını adadığı yer bir başka kazı alanıydı. Osmaniye Kadirli sınırları içerisinde kalan Karatepe’yi kazmaya başladıktan sonra, ömrünün son yıllarına dek oradan neredeyse hiç ayrılmadı. Hitit hiyerogliflerinin çözülmesinde eşsiz bir katkı sundu.
Bir Anadolu’dan bahsediyorsak bugün, biraz da onu Halet Çambel sayesinde daha iyi tanıyabildiğimiz için...
‘Ne olacak bu memleketin hali’yle bir yere varılamaz:
Suna Kıraç
Ocak 1995’te kurulan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın (TEGV) ilk adımları için Prof. Yılmaz Büyükerşen ve Cengiz Solakoğlu başta olmak üzere bir araya gelen grup eğitim için bir şeyler yapmak istiyordu. Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç’un kızlarından Suna Kıraç, hedefi koydu:
- “Ne olacak bu memleketin hali” diyerek bir yere varılamaz. Eğitim için bir şeyler yapalım.
İlk adres gösterildi:
- Türk Eğitim Vakfı’na (TEV) omuz verelim.
Prof. Büyükerşen itiraz etti:
- Burs yetmez, başka şeyler yapılmalı.
Böylece TEGV modeli gelişti:
- 7-16 yaş grubu çocuklar için eğitim parkları kuralım.
Model hızla oturdu, Suna Kıraç TEGV’deki öncülüğüyle 1997’de ‘Üstün Hizmet Madalyası’na layık görüldü. 2000’den itibaren vücudunu hareketsiz bırakan, sadece gözleriyle konuşmasına izin veren ALS hastalığının altıncı yılında yayınlanan ‘Ömrümden Uzun İdeallerim Var’ kitabında yaşam öyküsünü paylaştı. 1998’de eşi İnan Kıraç’ın ameliyatı için Houston’dayken muayene olmuş, doktor yekten söylemişti:
- Hücre kaybıyla vücudunuz hareketsiz kalacak ama bellek bozulmayacak.
O an eşine yalvardı:
- Ölümü öp, beni makineyle yaşatma.
Bu aşamada kızı İpek devreye girdi:
- Bana görev ve sorumlulukların bitmedi.
Arçelik’in büyümesinde önemli rol oynayan Suna Kıraç, TEGV’ye öncülüğü, eşiyle Pera Müzesi’ni kurması, 10 yılı aşkın süredir yatağa bağlı olmasına karşın hayattan kopmamasıyla Cumhuriyet kadınının azmini sergiliyor.
‘En güçlü’ değil ‘en başarılı’ olmak istedi: Güler Sabancı
Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı’yı, Lassa’da genel müdür yardımcısı olduğu günlerde, 1980’lerin başında tanıdım. O dönemde çalıştığım, Kemal Ilıcak’a ait Tercüman gazetesi için hazırladığım, ‘Kadın Patronlar’ dizisi çerçevesinde kendisiyle görüştüm.
Röportaj yayımlanmadan rica telefonu geldi:
- Ben patron sayılmam, lütfen benimle röportajı o kapsamdan çıkar.
Babası İhsan Sabancı’yı erken yaşlarda kaybeden Güler Sabancı, amcası Sakıp Sabancı’yla çok yakın çalıştı. Sakıp Sabancı, vefatından üç gün önce holdingin yönetimi konusunda vasiyetini bildirdi:
- Benim yerime Güler geçmeli.
Böylece başta Sakıp Sabancı’nın eşi Türkân Sabancı olmak üzere ailenin onayıyla holding yönetim kurulu başkanlığı koltuğuna oturdu. Türkiye’de bir kadının Sabancı Holding gibi büyük grubun başına geçmesi, dünya basını ve uluslararası iş dünyası kuruluşlarının dikkatini çekti.
Dünyanın önde gelen ekonomi yayınları ve iş dünyası kuruluşları onu, ‘Dünyanın En Güçlü Kadınları’ listelerinde üst sıralara yerleştirdi. O bu durumu 2007 Mayısında New York’taki evindeki sohbetimizde şöyle yorumladı:
- ‘En güçlü’ değil, ‘En başarılı’ diye anılmak isterim.
Güler Sabancı, bir yandan holdingi başarıyla yönetirken, diğer taraftan Sabancı Üniversitesi ile Sakıp Sabancı Müzesi Mütevelli Heyeti Başkanlığı görevlerinde önemli işlere imza attı.
Onun bu konumu, Türkiye’yi Ortadoğu ülkesi görenlere önemli yanıt oldu...
TÜSİAD’ın ilk kadın başkanı: Arzuhan Doğan Yalçındağ
Vahap MUNYAR
Doğan TV Holding Yönetim Kurulu Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, 25 Ocak 2007’de ilk kadın başkanı olduğu Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) 2009’daki genel kurulunda duygularını şöyle paylaştı:
- Ben daha çocukken kurulan TÜSİAD’ın ilk kadın başkanı olmaktan gurur duyuyorum.
Başkanlığının ilk yılındaki bir röportajda TÜSİAD başkanlığının hayatını nasıl değiştirdiğini paylaştı:
- Hayatımdaki renklerin yerini ağır ve ciddi sorumluluklar aldı. Bundan rahatsız değilim.
Göreve geldikten sonra medya hissedarlığı ile TÜSİAD başkanlığını bir arada yürütmenin zorluğunu gördü.
TÜSİAD yönetimine iş dünyasının farklı gruplarından ikinci, üçüncü kuşak temsilcilerinden girenlerin sayısı artmış ama medyada hiçbiri onun kadar eleştiri oklarının hedefi olmamıştı.
Buna rağmen başkanlık görevini, “TÜSİAD’ın, her kesimi memnun etmesi mümkün değil” bakışıyla sürdürdü.
Bazı işlerde TÜSİAD’ı yarı yolda bırakanlara tavrını koydu:
- Korku filmi seyreder gibi tutum sergilemeyelim. Vehim ve korkular beni şaşırtsa da kimseye küsüp arkamı dönmem.
TÜSİAD başkanlığı son yıllarda ‘ateşten gömlek’ gibi görülürken Arzuhan Doğan Yalçındağ, üç yıl boyunca görevini başarıyla yürüttü...
İstanbul Modern’le sanata yön verdi: Oya Eczacıbaşı
Boğaziçi Üniversitesi İşletme’den mezuniyetinin hemen ardından Bülent Eczacıbaşı’yla evlenen Oya Eczacıbaşı’nın ilk işi 1985-86’da kayınpederi Nejat Eczacıbaşı’nın kurduğu İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nda (İKSV) çalışmak oldu.
Nejat Eczacıbaşı, o günlerde sık sık bir çağdaş sanat müzesi gereğini dillendiriyordu. Bunun ilk adımı 1987’de birinci Uluslararası Çağdaş Sanat Sergisi ile atıldı. Oya Eczacıbaşı, o günlerden itibaren çağdaş sanat müzesi için yer arayışına girdi. Ricaya gittiği bazı bakanlardan şu yanıtı aldı:
- Başka işiniz mi yok...
Bir yandan arayışlarını sürdürürken, diğer taraftan iki çocuk annesi olmasına rağmen İngiltere’de University of Leicester’de müze işletmeciliği master’ı yaptı. 2003’te İstanbul Bienali’ni Mimar Sinan Güzel Sanatlar’ın yanı başındaki 4 nolu antrepoda gerçekleştirmeleri, aradıkları adres için önemli bir fırsat yarattı.
Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık görevinde ilk aylarına rastlayan bu dönemde antrepoda bir buluşma gerçekleşti. Erdoğan’ın yanında Kadir Topbaş da vardı. Oya Eczacıbaşı, sunumunu yaptı, Erdoğan’dan sözü aldı:
- 4 nolu antrepo müze olacak.
Kurduğu vakıfla başta Eczacıbaşı Holding olmak üzere iş dünyasından aldığı destekle İstanbul Modern’in temellerini attı. Kısa sürede dünya basınının ilgisini çeken, 10 yılda 2 milyonu yabancı 5 milyon ziyaretçiye ulaşan İstanbul Modern, onu ‘Dünyanın En Etkili Kadınları’ arasına taşıdı.
Hep kraliçe kaldı: Keriman Halis
Yapı Kredi Selahattin Giz arşivinden.
Büyükbüyükbabası şeyhülislam, büyükbabası paşa, babası başarılı bir tüccar... 1913 doğumlu Keriman Halis, Osmanlı İmparatorluğu’nun en avantajlı kesiminden, kaymak tabakasından geliyordu. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kraliçesi oldu. Daha sonra da dünyanın...
Fransızca konuşan dadılarla büyümüş, kır gezintilerinde at binmiş, gösterişli balolara katılmış, Boğaz’daki evlerinde dönemin önemli sanatçılarını, düşünürlerini ağırlamıştı. 1929’dan itibaren Türkiye’de ilk defa güzellik yarışmalarını düzenleyen, Cumhuriyet gazetesinin kurucusu Yunus Nadi, onun, ihtiyatla karşılanan bu yarışmalar için bulunmaz bir rol modeli olacağını düşünüyordu. Genç kız ve babası Halis Bey’i ikna etmek için uzun süre çaba sarf eden gazeteci 1932’de emeline ulaştı. Keriman Halis, Pera Palas’ta düzenlenen yarışmaya girdi ve kazandı.
Yunus Nadi’nin tahminleri gerçekleşmişti. Genç kız o kadar popüler olmuştu ki, onu Belçika’daki dünya güzellik yarışmasına uğurlamak için 20 bin kişi toplandı. Keriman Halis’in, Müslüman bir genç olarak orada da zafere ulaşıp tacını giymesi uluslararası yankı uyandırdı.
Neredeyse tüm dünyayı dolaşıp davetlere katılan, Türkiye’yi temsil eden bu güzel ve entelektüel kadına, Soyadı Kanunu sırasında Atatürk, kraliçe anlamına gelen ‘Ece’ soyadını verecekti. Keriman Halis Ece, 2012’de aramızdan ayrılana kadar Türkiye’nin ecesi olarak kaldı.
İlk ve başöğretmenim:Jülide Gülizar
Ali KIRCA
Jülide Gülizar (1929-2011) TRT’nin unutulmaz spikerlerinden biri olarak Cumhuriyet tarihinde yerini aldı.
Benim için ‘Cesaret Ana’ydı o... Türkiye’nin zor yıllarında, baskıcı yönetimler altında, başını hiç eğmediği için ‘bir numaralı’ yıldızı olduğu TRT’de dışlandı.
Bugün farklı alanlarda isimleri zirvelerde dolaşan kişilerle bile kıyaslanmayacak ölçüde, sınırsız bir şan ve şöhretin sahibiyken, her şeyi kaybetmeyi göze aldı. Ama onurunu yitirmedi. Aslında Türk televizyonculuğunda 90’larda başlayan ve haber sunuculuğu anlayışını kökten değiştiren ‘anchor’ modelini de Türkiye daha ‘radyo yılları’nı yaşarken hayata geçiren ilk haberciydi Jülide Gülizar... Muhabirlikten geliyordu ve ölene kadar da muhabir kaldı.
Başkalarının önüne koyduğu metne değil, hep kendi yazdıklarına can verdi. Omzunda kilolarca ağırlığıyla ‘Nagra’ teyple haber peşinde koşuşturdu yıllarca...
DUMLUPINAR RASTLANTISI
2000’li yılların başında, Dumlupınar faciasını anlattığım bir klibi seslendirmesini rica ettiğimde söyledikleri yine de şaşırtmıştı beni: “Rastlantıya bak!” demişti: “Biliyor musun, ben oradaydım, Çanakkale sahilinde, kaç uykusuz gecede, facianın sonrasında yaşananları anlattım radyonun canlı yayınında...” Bilmiyordum, orada olduğunu değil yalnızca, radyonun canlı yayın yaptığını da... Yayıncılıkta birçok şeyin başlangıcı için kendilerini milat sayanlara hatırlatalım ki, sene 1954’tü... 60 yıl önce yani, Jülide daha 25 yaşında gencecik bir kadınken... Ayrım yapmadan habercilik alanındaki kadın-erkek herkesin, bu yiğit kadına, bize bıraktığı miras için bir vefa borcu vardır ama özellikle bugün ekranlardaki kadın meslektaşlarının, bayrağı göndere ilk diken ‘Jülide Abla’larına, gökyüzüne bir selam göndermeleri için hatırlattım bunları...
Benim içinse, televizyon dünyasındaki ‘ilk ve başöğretmenim’di o. Kişisel hayatımın önemli dönemeçlerinin de şahidiydi. Mikrofonlarda ‘sözcüklerin kraliçesi’ ve Türkçenin ‘gönüllü ve koruyucu’ meleğiydi.
Yazarken, konuşurken, anlatırken; ‘referansları Jülide’ olanlara ne mutlu!
Özlüyor ve rahmetle anıyorum.
Madam Curie’nin tek Türk öğrencisi: Remziye Hisar
Kansu ŞARMAN
Remziye Hisar (1902-1992)Türkiye’nin ilk kadın kimya profesörü
Prof. Dr. Remziye Hisar, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın kimyacısı. Fransa’nın Sorbonne Üniversitesi’nden mezun olan ilk Türk kadını ve dünyaca ünlü bilgin Madam Curie’nin öğrencisi olmuş tek Türk. 1902 yılında Üsküp’te doğan Remziye Hisar, Davutpaşa’da üç yıllık Mekteb-i İptidai’yi bir yılda başarıyla tamamlayıp dokuz yaşında mezun oldu. Darülfünun’un kimya bölümüne kaydını yaptırdı. Burada öğrenim görürken öğretmeni ve okul arkadaşlarıyla birlikte Bakü’ye gitti. Bir erkek öğretmen okulunda öğrencilere ders vermeye başladı. Doktor Reşit Süreyya Gürsey ile evlendi.
İstanbul’a döndükten sonra Adana’da Darülmuallima’ya müdür olarak tayin oldu ve çocuğunu annesine bırakarak Adana’ya gitti. 1926’da eşiyle birlikte Paris’e gitti. Sorbonne’da kimya bölümünde öğrenim görmeye başladı. Biyokimya sertifikası alan Hisar, Paris’te Maarif Vekâleti’nin verdiği bursla öğrenim gördü. Fransa’da eğitim başlangıçta çok zor oldu. Ancak çok ünlü hocalardan eğitim alma şansını buldu. Remziye Hisar o günleri şöyle anlatıyor:
“Sorbonne’da o yıllarda çok tanınmış hocalar vardı. Langevin gibi, Madam Curie gibi. Onların derslerini izlemek, onları tanımış olmak bana çektiğim bütün zahmetleri unutturuyordu. Sorbonne’da birçok şey beni şaşırtıyordu. Hoca kürsüye çıktığında talebe ayağa kalkmaz, beğendikleri hocayı alkışlar, beğenmediklerine ayak sürtüp bağırırlardı. Dersleri dinlerken kâğıttan uçak yapıp birbirlerinin kafasına atarlardı. Yalnız bunu her hocaya yapmazlardı. Sözgelimi Madam Curie’nin dersinde tüm öğrenciler çok sessiz ve hürmetkârdılar.”
Doktoraya başlayacağı dönemde bursu kesilen Hisar, Erenköy Lisesi’ne kimya öğretmeni olarak atandı. Öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalarak yurda dönen Remziye Hisar zorlu bir çaba sonucunda ve Maarif Vekili Cemil Hüsnü Bey’in (Taray) de desteğiyle doktorasını yapmak üzere 1930 yılında yeniden Paris’e gitti. Doktora tezini tamamlamasının ardından, Türkiye’ye dönüp, 1933 - 1936 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nde kimya ve fizikokimya doçenti olarak görev yaptı. 1947 yılında İTÜ Makine ve Kimya doçentliği görevine başlayan Hisar, 1959 yılında profesör oldu. 1973 yılında emekliye ayrıldı. Remziye Hisar, dünyaca ünlü fizikçi Feza Gürsey ve Milletlerarası Psikoloji Cemiyeti’nin tek Türk üyesi psikiyatrist Deha Hanım’ın annesidir. Remziye Hisar 1992 yılında hayata veda etti.
Durma göğe bakalım... Dilhan Eryurt
Dilhan Eryurt (1926-2012) Türkiye’nin en önemli gök fizikçileri arasındaydı.
Güneş hakkında yanılıyorduk. Bir Türk bilim kadını çıkıp tüm bilim camiasını düzeltene kadar... Güneşin parlaklık ve sıcaklığının gezegenlerin oluşum sürecinde Dünya ve Ay’ın fiziksel ve kimyasal özelliklerine doğrudan etki yaptığını, bilim âlemi büyük ölçüde onun çalışmalarının katkısıyla çözdü. Az iş değil, insanoğlunun 1969’da çıktığı o muazzam Ay yolculuğu bu bilgiler ışığında yapıldı; astronotların orada karşılaşacağı ortam bu çalışmayla etüt edildi. Türk astrofizikçi Dilhan Eryurt’a NASA’nın hemen o yıl, 1969’da ‘Apollo Başarı Ödülü’ vermesi bu yüzden...
NASA’da çalışan (1961-1973) ilk Türk bilim kadını... Güneşin ve yıldızların evrimini anlamada insanlığa büyük katkı sunmuş bir astrofizikçi. ODTÜ’de astrofizik anabilim dalını kuran kişi. Sayısız uluslararası başarı, onlarca ödül... Ankara’da yol parasını güçlükle denkleştirip iki günde bir rasathaneye giderek saatleri kuran genç bir asistanken, bilim dünyasının zirvesine çok uzun bir yolu yürüdü.
Bir amacı da kendisinden sonra gelen genç kadınların hayatını kolaylaştırmaktı. Ölümünden iki yıl evvel, kocası Sebahattin Eryurt’la tüm servetlerini Erzurum Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağışladı. Bu bağışın bir kısmıyla Erzurum merkezine anaokulu, kalanıyla da Pasinler ilçesine 100 öğrenci kapasiteli bir kız yurdu yaptırılmasını şart koşmuştu. Çocukları olduğu halde tüm servetini neden bağışladığını soranlara, “Ömrümüzün sonuna geldik, memlekete vefa borcumuzu ödemek istedik” diyecekti. Dilhan Eryurt’u yeterince tanımıyor olmamız bizim kusurumuz. Bir kuru teşekkür yetmez; o bizim göğe bakmamızı sağladı.
‘Higgs Bozonu’nun peşinde: Engin Arık
Engin Arık (1948-2007)
30 Kasım 2007’de Isparta’da düşen bir uçakta altı bilim insanı yaşamını yitirdi. Bunlardan biri Engin Arık’tı. Ölümü bilim camiası için büyük bir şoktu. ‘Deneysel yüksek enerji fiziği’ alanında çığır açan bir bilim insanıydı Profesör Engin Arık. İsviçre’deki ünlü CERN laboratuvarındaki ATLAS ve CAST deneylerine katılan Türk heyetinin lideriydi. Kör talih, onu ölüme götüren uçağın bağlı olduğu hava yolu şirketinin adı da Atlas’tı.
Ölümünün bir suikast olduğu da iddia edildi. Kendisi gibi akademisyen olan eşi Metin Arık, bir süre sonra olayın kaza olduğunu ve kuşkusunun bulunmadığını söyledi. Engin Arık, toryum madeninin enerji sorununa temiz ve ekonomik bir çözüm olabileceğine ilişkin çalışmalarıyla da tanındı. Arık, Türkiye’nin toryum ile elektrik enerjisi üretebilme olanağına kavuştuğunda trilyonlarca varil petrole eşdeğerde bir enerji kaynağının sahibi olacağını ileri sürüyordu.
Böceklere bakıp dünyayı değiştirdi: Semahat Geldiay
Semahat Geldiay (1923-2002)
Muazzam bilim kariyerindeki ilk günleri şu cümleyle tarif ediyor: "Kafamda bir soru işareti..." Cumhuriyet’in ilanından yaklaşık bir ay önce doğan Semahat Geldiay, genç bir asistan olarak, Ankara Üniversitesi’nde doktorasını yaparken böcek hormonları üzerine çalışmıştı. Ne var ki bir sıkıntısı vardı: Bu alanda Türkiye’de daha önce hiç çalışma yapılmamıştı. Bu yüzden yönünü çizmekte zorlanıyordu.
Ama başardı... Böcek endokrinolojisi alanında dar imkânlarla yaptığı çalışmalarla bilimde çığır açtı. Yayımladığı ilk iki makale dünyada yankı uyandırınca kariyerine ABD’deki Columbia Üniversitesi Zooloji Bölümü’nde devam etti ve zamanının en önemli bilim insanlarıyla çalışarak önemli buluşlara imza attı. Memlekete döndü, Ege Üniversitesi’nde elektron mikroskobu laboratuvarı kurarak, Türkiye bilimini geleceğe taşıdı.
İnsanı anlamak için, insanla benzerlik gösteren böcek beyin hormonlarını kullanarak, zor ve masraflı hormon çalışmalarında devrim yaptı. Dahası, zararlı böceklerle mücadelede yeni yöntemler geliştirilmesine sağladı. Geldiay, böceklere bakarak insanların dünyasını değiştirdi. Bir Cumhuriyet kadınıydı; başarılarıyla Türkiye’deki kadınların da hayatını değiştirdi. Columbia Üniversitesi’ne gittiğinde, beklenen, Türkiye’den kadın değil bir erkek öğrencinin gelmesiydi. O algıyı kırdı. Cumhuriyet’in ilk günlerinde İzmir’de başlayıp, dünyanın en seçkin üniversitelerini dolaşarak yeniden İzmir’e gelen, orada yepyeni bir hayat başlatan hikâyesi zaten hep erkekleri kayıran algıları yerlebir etmek üzerineydi.
Hem eğitim hem bilim savaşçısı: Türkân Saylan
Altan ÖYMEN
Türkan Saylan (1935-2009) bir hekim olarak cüzama karşı çalışmalarıyla binlerce insanın hayatını değiştirdi.
Profesör Doktor Türkân Saylan 74 yıllık ömrünün çok büyük kısmını hep, başkalarının iyiliği için koşuşturmakla geçirdi.
İstanbul’da Kandilli Lisesi’ni bitirdikten sonra, İstanbul Üniversitesi’nde tıp okudu. Deri ve Zührevi Hastalıklar Uzmanı oldu. 1968’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde dermatoloji dalında başasistanlığa başladı. 1971’den itibaren burs kazanarak gittiği İngiltere’de ve Fransa’da ileri eğitim gördü.
İhtisas alanı, Türkiye’de cüzam diye anılan lepra hastalığıydı. O hastalığa karşı mücadelenin ön saflarında çalıştı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin yöneticisi oldu. Cüzamla Savaş Derneği’ni ve Vakfı’nı kurdu.
Bir zamanlar çok yaygın olan lepra hastalığının sadece Türkiye’deki değil, dünyadaki gerilemesinde de Saylan’ın bu gayretlerinin önemli katkısı var. Bunun sonucu olarak 1986’da kendisine, Hindistan’da Uluslararası Gandhi Ödülü verildi.
Türkân Saylan, mesleğindeki yoğun çalışmalarının yanında sosyal alandaki faaliyetlerini de hiç eksik etmedi. Kurucuları arasında yer aldığı ve uzun süre başkanlığını yaptığı Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği (ÇYDD), onun o yoldaki gayretlerinin çok önemli bir örneğidir.
Derneğin amacı, şöyle belirlenmişti: “Atatürk ilke ve devrimlerini korumak, geliştirmek, çağdaş eğitim yoluyla çağdaş insan ve çağdaş topluma ulaşmak...”
Prof. Saylan ve arkadaşları o amaca yönelik olarak, okul çağındaki çocukların -özellikle de kız çocukların- öğrenim hakkını kullanabilmelerine katkı sağlamayı öncelikli hedef edinmişlerdi. O konuyla ilgili olan tüm kamusal ve özel kuruluşlar ve kişilerle işbirliği yapmaya çalışarak fonlar oluşturuyorlar, burslar veriyorlar, öğrenim için gerekli kitaplarını, araçlarını, gereçlerini sağlıyorlardı.
Derneğin Türkiye’deki çeşitli merkezlerde 102 şubesi vardı. Anaokulları, ilkokullar, öğrenci yurtları yaptırdılar ve Milli Eğitim Bakanlığı’na devrettiler...
Ayrıca çocukların, özellikle de öğrenim çağındaki kız çocukların okula gitmelerini teşvik için başka gönüllü kuruluşlarla işbirliği yaparak, kampanyalar başlattılar.
Derneğin, çocukların yanında, yetişkinler için de eğitim imkânları hazırlayan programları vardı. Okuma yazma bilmeyenler için, belirli meslekleri edinmek için, mesleklerindeki becerilerini geliştirmek için düzenlenen kurslar onlar arasındaydı.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin çalışmalarının ne kadar yoğun ve etkili olduğunun bir örneğini ben, 1999 depremleri sırasında gördüm.
Deprem bölgelerinde konutsuz kalanlar için çadırlar, barınaklar sağlamanın yanında, çocuklarının öğrenimlerinin kesintiye uğramaması için, prefabriklere imkânlar kullanarak, bir veya birkaç dershaneli okullar oluşturuyorlardı. Milli Eğitim Bakanlığı’yla da işbirliği yaparak o dershanelerde ders verecek öğretmenler bulup, görevlendiriyorlardı.
O sırada aralıklı olarak gittiğim o bölgelerdeki küçük küçük okulların, her gidişimde, daha da geliştiğini görüyordum. Öyle ki, depremzedelerin konut ihtiyaçları bir ölçüde giderilebildikten sonra bile, o okulların öğrenim faaliyeti bir süre daha devam etti. Çünkü çocuklar o ‘okul’lara, öğretmenlerine ve orayı sık sık ziyaret eden ÇYDD gönüllülerine alışmışlardı.
Evet, Prof. Türkân Saylan’ın ülkemize ve tüm insanlığa, tıp alanındaki katkıları da yurttaşlarımıza eğitim ve kültür alanındaki hizmetleri de unutulamaz.
Gerçi Saylan, hayatının son yıllarında, o hizmetleri saygı ve şükranla değil, saygısızlık ve kızgınlıkla izlemiş olan birilerinin insafsız saldırılarıyla karşılaştı.
Hakkında soruşturmalar açıldı. O sırada yıllardan beri mücadele etmeye çalıştığı kanser hastalığının en ağır dönemindeydi. Evinde istirahat ediyordu. Soruşturmacılar evine baskın yaptılar. Hiçbir suç delili veya karinesi bulamadılar. Ama onun Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ndeki çalışma arkadaşlarını gözaltına alıp hapse attılar.
Bazı gazeteler de Saylan’a karşı ipe sapa gelmez iddialarla (o arada ‘darbe’ yapacaktı iddiasıyla) hücumlarda bulundular.
Oysa Saylan, darbe yapmak veya darbe yapmayı düşünmek bir yana, her türlü darbe düşüncesine karşı en etkili sloganı oluşturup haykıran insandı:
“Ne şeriat, ne darbe, demokratik Türkiye...”
Bunu, bir dönemdeki ‘Cumhuriyet Mitingleri’nin de sloganı haline getirenler, Saylan ve arkadaşlarıydı.
Ülkemizin onun evine baskın yapıldığı günlerde de bu günlerde de en fazla ihtiyacı olan slogandı o slogan...
Türkân Saylan’ı, tüm ömrünce inandığı ve savunduğu demokratik cumhuriyetimizin 91’inci yıldönümünde, saygıyla, sevgiyle, özlemle anarım.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin bugünkü değerli başkanı Profesör Aysel Çelikel ile birlikte tüm mensuplarının başarılarının devamını dilerim.
Her daim ‘Sultan’: Türkan Şoray
‘Dört yapraklı yonca’nın kamera arkasını da tatmış üyesi... Bir anlamda kendisini de yönettiği 1972 tarihli ‘Dönüş’le, unvanları arasına ‘Rejisör’ü de ekledi. Ama asıl olarak o her daim sinemamızın ‘Sultan’ıydı. Yeşilçam’ın kendine özgü kuralları ve endüstrisi içinde kendini var etti... Bu coğrafyanın estetik anlayışının ifadesiydi adeta: Kuşaklar değişti, onun gönül tahtımızdaki yeri değişmedi...
Ev sahiplerinin kızı Emel Yıldız’ı (‘Panter Emel’ olarak da tanınır) ziyaret ettiği sette keşfedilmesiyle başlayan sinema serüvenine sayısız film sığdırdı; gerek ‘Vesikalı Yarim’le gerekse de bütün zamanların en iyi yapımlarından biri olarak kabul edilen ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’la zihinlerdeki ve gönüllerdeki yerini sonsuza kadar sağlamlaştırdı. Galiba en çok da Lütfi Akad ustanın öğüdüne uyarak ‘gözleri’yle oynadı ve yıllar boyu seyircisini etkilemeyi başardı...
Susuz Yaz’ın ‘Bahar’ı: Hülya Koçyiğit
Yeşilçam’ın o eski şaşaalı günlerinde sistemin önemli halkalarından kabul edilen ‘dört yapraklı yonca’nın daimi üyelerindendi. Grubun diğer üyeleri Şoray, Girik ve Akın’la birlikte bu ülkedeki sinema sevdasının salonlarında tezahürü birçok yapımda boy gösterdiler ama ayrı ayrı yolların temsilcisi olmayı da bildiler... Türkiye sineması, yurtdışında ilk önemli başarısını Metin Erksan klasiği ‘Susuz Yaz’la, Berlin Film Festivali’nde aldığı ‘Altın Ayı’ ödülüyle resmileştirirken Hülya Koçyiğit de genç bir yetenek olarak dikkatleri çekiyordu.
Sonrasında birçok Yeşilçam klasiğinde masumiyetin temsilcisi olmanın yanı sıra kendine özgü o hüzünlü yüzünün ifade bulduğu yapımlarda halkın en sevdiği oyuncuların arasında yer aldı. Sinemamızın kabuk değiştirmeye çalıştığı ve yeni seslere kapısını araladığı dönemlerde de Yeşilçam ekolünün dışındaki yapımlarda rol alarak farklı deneyimlere açık olduğunu gösterdi.
Ömer Lütfi Akad ustanın Türkiye’deki göç olgusuna göz attığı ünlü üçlemesi ‘Gelin’, ‘Düğün’, ‘Diyet’in yanı sıra kariyerinin olgunluk döneminde de ‘Derman’, ‘Kurbağalar’, ‘Bez Bebek’ gibi önemli filmlerde boy gösterirken bize oyunculuk gücünün geniş sınırlarını da hatırlattı.
İlk kadın yönetmen: Cahide Sonku
Uğur VARDAN
Cumhuriyet yeniydi, sinema denen sanat da... Yeni rejim her konuda daha önceden bilmediği güzergâhlarda ilerlerken sinema denen yolculuğun duraklarına ‘İlk kadın yönetmen’ unvanıyla Cahide Sonku sayesinde uğradı. O aslında bir yıldızdı. Görüntüsü, varlığı, perdeye aksettirdiği onca imajla gönüllerde ve zihinlerde yer etmişti. Tiyatrodan sinemaya taze bir adım atan ve ilk dönem yapıtlarımızın çoğunda imzası olan Muhsin Ertuğrul onu adeta başköşeye oturtmuş, ‘Bataklı Kızın Damı Aysel’ ve ‘Şehvet Kurbanı’ gibi klasiklerde başrolü ona vermişti. O aslında bizim ‘Marlene Dietrich’imizdi...
Yönetmenliği de denedi, sonuncusu ve en ünlüsü ‘Beklenen Şarkı’ olmak üzere geride 3 film bıraktı. Lakin hayat ona sonlara doğru baştaki gibi kredi tanımadı, kurduğu şirketin bir yangın sonucu (kimilerine göre kundaklama) kül olmasıyla iflas etti ve sonrasında sefalet dolu bir serüvenin parçasına dönüştü. Bu süreçte en yakın dostu alkol oldu. Sinema Yazarları Derneği (SİYAD), ihtişamlı geçmişini taçlandırmak adına 1979’da onu ödüle layık gördü. Ödül, Beyoğlu’nda bir meyhanede, Atillâ Dorsay tarafından kendisine verildi. 1981’de ise hayat sahnesinden çekildi...
‘İlk kadın yönetmenimiz’di ama asıl olarak ilk yıldızımızdı... Parladı, parladı, en üste ulaştı, sonra da kayıp gitti. Ardından onca güzel, bir o kadar trajik görüntüler bırakarak...
Türkiye’nin Adile Teyzesi: Adile Naşit
‘Hababam Sınıfı’nın elinde okul zili koridorlarda koşturan Hafize Ana’sı, ‘Gülen Gözler’de Münir Özkul’un tonton eşi Nezaket Hanım’ı, Neşeli Günler’in turşucu annesi, inatçı Saadet Hanım’ı, ‘Uykudan Önce’ isimli televizyon programının Adile Teyze’si Adile Naşit... 57 yıllık hayatına 80’in üzerinde sinema filmi sığdırdı. Onu her gördüğümüzde içimizde iyi olan ne varsa canlandı. Adile Teyze, en yakın akrabamızdan daha kıymetliydi gönlümüzde. Komikti, hem de çok. Tatlıydı, hem de çok. İyiydi, melekler gibi. Kahkahasını nerede duysak tanırız. Hele ki ‘Hababam Sınıfı’ ve ‘Tosun Paşa’daki dans sahnelerini, yüz yıl geçse unutmayız...
Hem melek hem şeytan: Adalet Cimcoz
Zeynep MİRAÇ
Türkân Şoray’ın, Hülya Koçyiğit’in, Belgin Doruk’un seslerini hatırlayın. Hatırladığınız aslında tek bir kadın sesi değil mi? İşte, Adalet Cimcoz o. Azra Erhat’ın sözleriyle “Sesi bir yandan zevkimizi okşarken, öte yandan da sözü söz ve öz olarak çın çın dolaşırdı beynimizin kıvrımlarında, incecik bir gonk gibi bir oraya, bir buraya vurur, bir kıpırtı, bir canlılık uyandırırdı kafamızda”.
Seslendirme sanatçısı olarak benzersizliği bir yana, bir ilkle anmak isteriz Adalet Cimcoz’u. Türkiye’de ilk özel sanat galerisini kuran kişi olarak. Maya Galerisi sadece 5 yıl yaşadı ama akisleri 60 yıldır sürüyor. Gazetelerde sanat yazıları yazan Cimcoz’un Maya Galerisi, yalnızca duvarlarında sanat eserleriyle dolu bir mekân olmadı. Dönemin bütün sanatçılarını bir araya topladı, bir entelektüel mabede dönüştü. Bir Adalet Cimcoz daha gelmediği için o atmosfer bir daha tekrarlanamadı.
Kendisi sanatçı değildi, ancak Türkiye’nin kültür hayatında pek çok sanatçıdan daha derin bir iz bıraktı. Sabahattin Eyuboğlu’dan Sabahattin Ali’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Aloş’a, Kuzgun Acar’dan Azra Erhat’a yakın çevresini birbirine bağlayan, onları iletişime geçiren bir kablo gibiydi.
Çok da iyi bir çevirmendi. Kafka’dan yaptığı ‘Milena’ya Mektuplar’ çevirisiyle en iyi çevirmen ödülü aldı. Brecht’in ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’ onun çevirisiyle sahneye taşındı. Tibor Dery’den B. Traven’e kadar birçok ünlü yazarı Türkçeye o kazandırdı. Bir de küçük dedikodu: Türkiye’nin ilk dedikodu yazarlarındandı. Takma adı ona çok yakışıyordu: Fitne Fücur. Her şeyi yazıyor, alaya alıyordu. Ama onun gibi karizmatik insanlarda görüldüğü şekilde, kimse ona kızamıyordu. Kimi melek olduğunu düşünüyordu, kimi şeytan. Adalet Cimcoz hem melekti hem de şeytandı.
MARALIM: Meral Okay
Sezen AKSU
Sadece benim değil, belki de benim gibi kıyısında neredeyse bir ömür geçirme şansı olmamış herkesin Meral ile ilgili söyleyeceği şeyler muhtemelen aynıdır... Eminim yaptıkları, söyledikleri ve ürettikleri ile dokunduğu herkesin sıralayabileceği sıfatlar fazla değişmeyecektir. Onun kültür, sanat ve bilgiye olan iflah olmaz iştahı, özellikle, ancak çok emek isteyen bir sürecin sonunda elde edilebilecek bir boyuta varmış edebiyat bilgisi ve yeteneği, dirayeti herkesin malumu sanırım... Ve bunları paylaşmak için, sadece entelektüel platformlarda kalmayıp, popüler alanı en verimli ve en hizmet verici şekilde kullanma dehası da öyle...
Bir insan, kendini onaylatmak için fazladan hiçbir çabası olmadan, yeri geldiğinde çıkıntılığı da elden bırakmadan bunu başarabilmişse, doğru yaşamıştır. Bildiğini söylemiştir, ahlaklı durmuştur, kemik gibidir. Tüm ömrü boyunca tek bir adamı sevecek, muhatabı göçüp gitmiş bir aşkı tüm tazeliği ile yaşatacak kadar naifken üstelik. Onu tek bunaltan şey vasatın karşısında suskun kalma zorunluluğu olmuştur zaman zaman... Bu kadar özgür düşünen bir zihnin, kabına sığmaz bir ruhun sınırlar, klişeler, önyargılar, önkabuller, bilginin değersizleştirilmesi karşısında elbette yorulduğu olmuştur. Ama sizi temin ederim, istediği gibi yaşamıştır. Kaybına benim gibi ciğeri sızlayanlara verebileceğim en büyük teselli hediyesi budur.
Benim Maralım, herkesin Meraliydi sonuçta... Benim canım ciğerimdi ama asıl altı çizilmesi gereken bu ülkenin hiç durmadan üreten değerlerinden biri olmasıydı... Sadece yakınlarındakinin tanımasının, bu dünyayı eksik bırakacağı bir değer...
Kendisinin tüm bilgeliği ile dediği gibi, “Hayat hafif ve kısa bir şeydir.”
Zaten aynen böyle yaşadı, yüksüz ve kısa... Bu dünyaya hükmünden fazla mana yüklemeden, yine de ışığını yaymayı es geçmeden...
Sanatın emrinde bir ömür: Nedret GÜVENÇ
Kariyeri, 17 yaşında doğup büyüdüğü İzmir’de bir çocuk oyunuyla başlamıştı. İzmir Şehir Tiyatroları kapatılınca o da ‘şehrini’ değiştirdi, İstanbul’a geldi. Bir müddet Cüneyt Gökçer’in davetiyle Ankara’da da çalıştı.
Tiyatro çalışmalarının yanında birçok filmde de rol aldı. Geçmiş zamanlarda ‘Radyo tiyatrosu’nda, ‘Modern zamanlar’da ise dizilerde sesine ve görüntüsüne aşinaydık. Ayrıca tanınmış bir dublaj sanatçısı olarak da hayatımızda özel bir yeri vardı...
1998’de Kültür Bakanlığı’nca verilen ‘Devlet Sanatçısı’ unvanının sahibi oldu. 2009’da Dünya Tiyatrolar Günü bildirisini kaleme aldı. Birçok tiyatro oyununun yönetmenliğini de üstlenen Güvenç, kendine özgü stili ve havasının yanı sıra birçok cephedeki onca derin iziyle gerçek bir sanat emekçisi.
Onun adıyla başlarım: Yıldız Kenter
Hakkı DEVRİM
Türkiye 1923-1973 Ansiklopedisi diye bir dizi neşrettik. 1524 sayfaya Cumhuriyetimizin ilk 50 yılını, olayları, sorunları ve kişileriyle sığdırmaya çalışmıştık; 1974 yılında.
Sıra dört cildin kapaklarında kullanacağımız, sekizerden 32 resim seçimine geldi. Yayın kurulu olarak bir yarım gün tartıştığımızı hatırlıyorum.
Bir tiyatro büyüğümüz hakkında üç beş satır yazmam istenince, 1974’te uzun uzun tartışarak Cumhuriyet’in İlk Elli Yılı’nı temsil eden kişiler arasında seçtiğimiz o otuz iki kişiyi merak edip baktım. Türk tiyatrosundan iki isim vardı, resmi kapakta kullanılanlar arasında: Muhsin Ertuğrul ile Yıldız Kenter.
“Yıldız Kenter hakkında ne düşünüyorsun?”, diyenlere ilkin kırk yıl önce özenle seçtiklerimiz arasındaki iki tiyatrocudan biri oluşunu söylemek istedim.
Liste halinde değil, ben radyo temsil yayınları yöneticisi, biraz tenkitçi, televizyoncu ve basın mensubu olarak çok tiyatrocu tanımış bir gazeteciyim. Muhsin ile Yıldız’dan gayrı, Vasfi Rıza Zobu, Bedia Muvahhit, Cahide Sonku, Halide Pişkin, Hazım Körmükçü, Cüneyt Gökçer, Macide Tanır, Nuri Altınok, Müşfik Kenter, Şükran Göngör, Engin Cezzar, Gülriz Sururi, Sadri Alışık... Hepsini sayamam ki. İçlerinde çok beğendiklerim var.
Söyle deyince Yıldız Kenter’den başlarım. Bilmem anlatabildim mi?
Tutku, inat, cesaret: Afife Jale
Bahar ÇUHADAR
İsminin ansiklopedik karşılığı; ‘İlk Türk Müslüman kadın oyuncu’. Güncel hafızadaki yeriyse prestijli bir tiyatro ödülünde. Sadece tiyatro tarihimize değil; kadınların tarihine de iz bırakan Afife Jale, bu iki tanımın da ötesinde bir yerde. Tutku, inat, cesaret dolu bir öykünün kahramanı o.
Müslüman kadınların sahne alamayacağı yönündeki yasağa inat, 1920 sonbaharının Kadıköy’ünde, Apollon Tiyatrosu’nda ‘Yamalar’ ile ilk kez seyirci karşısına çıkar Afife. 18’indedir. Polis baskısı onu vazgeçirmez... Bir hafta sonra ‘Tatlı Sır’ ile sahnededir. Bir Müslüman Türk kadınının oynayacağı havadisi yayılmıştır. O gece ikinci perdeye çıkmasına polis mani olur. Ertesi hafta ‘Odalık’ oyununun çıkışında onu polisten kaçırsalar da ertesi gün komiserin “Dinini, milliyetini, namusunu unutarak sahneye çıkan sen misin?” şeklindeki suçlamalarına ve babasının engellemelerine maruz kalır. Serbest kalır ama Darülbedayi’ye ‘Müslüman kadınların sahneye çıkarılmaması’ emri gönderilmiştir. 1921’in 8 Mart’ında Şehir Tiyatroları’daki görevine de son verilir.
Tiyatro tutkusuyla evi terk eden, üstüne işsiz kalan Afife’nin sağlığı bozulmaya başlar. Anadolu’da turneler yapar, 1923’te kadınlara sahne yolu açılır ancak sağlığı, tiyatroya engeldir artık. 1929’da besteci Selahattin Pınar ile evlenir. Ama tiyatro boşluğunu doldurmaya çalıştığı uyuşturucu, bu öncü kadına 24 Temmuz 1941’de, 39’undayken, ölümü getirir.
Yazar Hüseyin Suat Bey, prömiyerde Afife’ye ‘sanat fedaisi’ diye seslenir. Bir devrin başıyla, ötekinin sonu arasında bir yerde mücadele eden bir sanat fedaisidir Afife Jale...
Benzersiz bir kadın: Bedia Muvahhit
“Ateşten Gömlek filmini bitirdikten sonra 1923 yılında Darülbedayi’nin İzmir turnesine o zamanki kocam Ahmet Muvahhit ile birlikte katılmıştım. Ama henüz tiyatro oyuncusu değildim. O günlerde Atatürk de İzmir’deymiş. Atatürk kocama beni sahnede görmek istediğini söylemiş. Bir günde hem ezber hem de sahne provası yaptırdılar. Oyundan sonra Atatürk beni tebrik etti ve tiyatro sanatçılığımı devam ettirmemi söyledi. Böylece tiyatro yaşamım başlamış oldu. Şehir Tiyatroları’nda 200’ün üzerinde oyunda rol aldım.”
Bedia Muvahhit’in tiyatro yaşamı cumhuriyetle yaşıt. Sahneye çıkan ilk Müslüman kadın oyuncu olma sıfatı Afife Jale’ye aitse de, o ilk adımdan sonra bu mesleği ömrünce sürdürdüğü için bir ilk payesi de Bedia Muvahhit’e verilmeli.
Adının yanına eklenecek tek sözcük bu değil elbette. Müdanasız, cesur, kararlı ve zeki bir kadındı Bedia Muvahhit. Bir duydunuz mu bir daha unutamayacağınız ses tonu, gözünüzü kapattığınız anda zihninizde beliren siması, keskin zekâsının kanıtı esprileriyle Türk tiyatrosunun simgesi gibiydi. Belki bugünün koşullarıyla değerlendirdiğimizde oyunculuk karnesi pekiyilerle dolmazdı ama o ‘benzersiz’di. Rolü giyinmesine gerek yoktu. O Bedia’ydı.
Hafızalardan kolay silinmeyecek adı, 1995’ten bu yana, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları ve Türk Kadınlar Birliği tarafından Şehir Tiyatroları bünyesinde ilk önemli rolünü oynayan genç kadın sanatçılara verilen ‘Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülü’ ile çoğalıyor.
Milyonlarca kadının ilhamı: Duygu Asena
Melis ALPHAN
Dünya üzerinde en çok saygı duyduğum insanlar, inatçı olanlar. Defalarca duvara toslasa da engellerle karşılaşsa da eteklerinden çekip duranlar olsa da inandığı yolda inatla yürümeyi sürdürenler; davası her ne ise ona sımsıkı sarılanlar; pes etmeyenler.
Ancak böyle insanlar dünyayı değiştirebilir. Belki insan tek başına yapamaz bunu. Ama etrafına, yakınındakine veya uzağındakine ilham ve cesaret verebilir.
Duygu Asena böyle biriydi.
“Bu topraklarda feminizm onunla başladı” demek hiç şüphesiz II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan feminist harekete, Fatma Aliye’ye, Emine Semiye’ye, Sabiha Sertel’e, Halide Edip Adıvar’a haksızlık olur. Ancak onlar kendi dönemleri için neyse, Duygu Asena da 1980 sonrası kadın hareketi için aynısıydı.
Ben onun düşünceleriyle çocuk yaşta tanıştım. ‘Kadının Adı Yok’ adlı kitabını 12 yaşında okudum. Erken yaşlarda okudukları insanın hamurunu yoğuruyor; benim de sonraki yıllarda kadın hareketine inanmamda, onu sahiplenmemde, kadınların toplumda hak ettikleri noktaya ulaşmalarına dair arzumda Duygu Asena’nın rolü barizdir. Zira Simone de Beauvoir’ları okumam falan hep sonradan...
Duygu Asena, zamanında çirkin saldırıların hedefi olsa da ‘erkek düşmanı’ yaftaları yese de yılmadı, yorulmadı, yolundan dönmedi. Milyonlarca kadına ilham, cesaret verdi. Belki tek başına bu toplumu dönüştürmedi, değiştirmedi ama kadınların değişim ve dönüşümüne muazzam katkısı oldu. Hiç şüphesiz ki kendi zamanının dışında, gelecek kuşaklar için de düşünen, yazan, çalışan bir kadındı.
Kendisiyle hiç tanışmadım. Tanışmak isterdim. Ona, bir kuşağın kadınlarının daha çok küçük yaşlarda toplumda adalet ve eşitlik konularında gözlerini açtığı için teşekkür etmek isterdim.
Demokratik direnişin simgesi: Kırmızılı Kadın
Omzunda bez çantası, üzerinde kırmızı elbisesi, mayıs ayının son gününün keyfini sürmek için çıkmıştı evden. Polis kordonuna alınmış Gezi Parkı’nın önünde, maskeli bir polisin yüzüne hiç acımadan boca ettiği biber gazına karşı, anıt gibi duruşuyla simgeleşti. Ceyda Sungur, yani herkesin bildiği ‘Kırmızılı Kadın’... Bir isimden çok, pasif direnişin, demokratik eylemin, cesaretin sembolü oldu o duruşuyla.
Asla korkmadı: Bahriye Üçok
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bahriye Üçok, 6 yaşındayken Kur’an’ı hatmetmesiyle biliniyor, İslam dininin yanlış yorumlanmasına karşı çıkıyordu. İslam’da örtünmenin ve oruç tutmanın zorunlu olmadığını vurguladığı dönemde sık sık tehdit telefonları alıyordu. 6 Ekim 1990’da evine gönderilen bombalı paketle katledilmesinden sonraysa yazarlık yaptığı Cumhuriyet gazetesini telefonla arayarak İslami Hareket Örgütü adına konuştuğunu belirten bir kişi, Üçok’u tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden cezalandırdıklarını söyledi.
‘İslam’dan Dönenler’, ‘Yalancı Peygamberler’ ve ‘İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar’ adlı üç kitabı yayımlanan Üçok, SHP Parti Meclisi Üyesi olduğu dönemde, SHP için bir laiklik raporu hazırlıyordu. Öncesinde 1971’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjandan senatör seçilmiş, 1977’de CHP’ye katılmış, 1983’te Halkçı Parti’nin kurucu üyesi olmuştu. Aynı yılki seçimlerde Ordu milletvekili olarak Meclis’e giren Üçok, 1986’dan itibaren SHP üyesi oldu. Üçok, Cumhuriyet’teki ilk yazısında kadın haklarıyla ilgili en büyük devrimi İslamiyet’in getirdiğini fakat onu yanlış anlatan ve öğrenenlerin tutumlarından ötürü Müslüman kadının, kendi yuvasında yüzyıllar boyunca en doğal haklarını yitirmiş olarak yaşamak zorunda bırakıldığını anlatmıştı...
Yüksek mahkemede 46 yıllık bir ilk: Tülay Tuğcu
Oya ARMUTÇU
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) 46 yıllık tarihinin ilk kadın başkanı Tülay Tuğcu’nun önü, Ahmet Necdet Sezer Köşk’e çıkınca açıldı. Sezer 4 yılını tamamlasaydı, Tuğcu da yaş haddiden emekli olacak ve başkan seçilemeyecekti. Başkanlık seçimi çekişmeli geçti ve tam üç hafta sürdü. 59’uncu turda Tuğcu o zaman 11 üyeli olan AYM’nin altı üyesinin oyuyla 25 Temmuz 2005’te başkan seçildi. 22 ay sonra 12 Haziran 2007’de yaş haddinden emekli oldu. İlginç bir tesadüfle o gün doğum günüydü. Eşi ve kızının da katıldığı mütevazı bir törenle mahkemeden uğurlandı. ABD Hudson Enstitüsü’ndeki kapalı bir toplantıda, Türkiye’nin K. Irak’a düzenleyeceği olası operasyonla bağlantılı olarak suikasta uğrayacağı senaryosu ortaya atılıp bu da manşetlere taşınınca, Tuğcu’ya özel eğitimli 5 koruma verildi. “Hayalim domates yetiştirmek. Cumhurbaşkanlığı gibi bir düşüncem yok” diyen Tuğcu rahat bir emekliliğe hazırlanırken etrafı koruma ordusuyla çevrildi. Emekliliğine bir ay kala Tuğcu’nun da oyuyla AYM ‘367 kararını’ verdi ve cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu iptal etti. Tuğcu’nun siyasetle dikkat çeken tek sürtüşmesi bu oldu. Kararın gerekçesi açıklanınca ise ortaya bir sürpriz çıktı. Tuğcu, esasa geçilmeden davanın görev yönünden reddi gerektiğini savundu ve karşı oy vermişti. Bu görüşün kabul edilmemesi halinde ise çoğunluk görüşüne katılıp esas aşamasında “Evet 367 gereklidir ve uzlaşma olmalıydı” diye oy vermişti.
AİHM’deki ilk Türk kadın: Işıl Karakaş
Bazı kurumlar var ki, girmek için sadece akademik başarı ve donanım yetmiyor; her konuda sınırları zorlamak gerekiyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) yargıçlarını, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi üyeleri seçiyor. Avrupalı parlamenterler, Türkiye’nin gösterdiği adaylar arasından bu zorlu göreve, ilk defa bir Türk kadınını, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden Işıl Karakaş’ı muazzam bir oy farkıyla seçtiğinde takvimler 2008’i gösteriyordu.
Mahkemenin, Türkiye’den çok dosya gelmesi nedeniyle en çok yorulan hakimlerinden Karakaş, geçen 6 yıl içinde AİHM’de önemli duruşmalara girdi. İnsan hakları, basın özgürlüğü, kadına şiddet ve özellikle de Türk Ceza Kanunu 301. madde gibi konularda Türkiye’yi mahkum eden içtihatlara imza attı. Karakaş verdiği bir röportajda, yaptığı işin yan etkilerini şöyle anlatıyordu: “İnsan hakları hakimi olarak insanın ruhunu sızlatacak olaylarla karşılaşıyoruz. Dosyalarda işkence veya kötü muamelenin izleri en ince detaylarına kadar yer alıyor. Artık o alanlarda medikal eksper oldum diyebilirim. İnsanı rahatsız edecek, gece uykusuna girebilecek konularla baş etmeye çalışıyorsunuz. Şimdi özellikle işkence ve kötü muamelelerde tazminat miktarlarını yükselttik.”
İşinin bir yan etkisi de İstanbul’dan uzak kalması. Strasbourg’daki eviyle İstanbul’dakinin arasında mekik dokurken yoruluyor Karakaş. Bunca başarılı olmanın bir bedeli de bu.
20 yıl önce Danıştay’ın kadın başkanı: Füruzan İkincioğulları
Danıştay’ın tarihindeki ilk kadın başkan 20 yıl önce seçildi. Füruzan İkincioğulları, Türkiye ekonomisini altüst eden 5 Nisan kararlarından birkaç gün önce 30 Mart 1994’te Danıştay’ın ilk kadın başkanı oldu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan İkincioğulları, Danıştay Yardımcısı unvanıyla mesleğe başladı.
Dört erkek rakibini geride bırakarak 37 oyla 61 yaşında Danıştay’ın ilk kadın başkanı seçildi. Dört yıl görev yaptıktan sonra 4 Şubat 1998’de yaş haddinden emekliye ayrıldı. 28 Şubat döneminin yüksek yargı organı başkanlarından olan İkincioğulları, Danıştay’daki görevi sırasında sert laiklik mesajları ile de tarihe geçti.
70’inci yılda ilk başbakan: Tansu Çiller
Türkiye’nin ilk kadın başbakanı seçildiğinde Cumhuriyet, 70’inci yılını kutluyordu. Tıpkı seçme ve seçilme hakkında olduğu gibi Türkiye, Batı demokrasilerinin birçoğundan önce kadın bir başbakan seçmişti.
Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesiyken siyasete atıldı. İki yıl gibi kısa bir sürede siyasi kariyerinin zirvesine çıkarak hükümeti kurma görevini elde etti.
Çiller, Süleyman Demirel tarafından, 20 Ekim 1991’de yapılan seçimler öncesinde siyasete davet edildi. Doğru Yol Partisi’nde Genel Başkan Yardımcısı oldu. İstanbul Milletvekili olarak parlamentoya girdi ve hemen ardından DYP-SHP koalisyonunda ekonomiden sorumlu devlet bakanlığı görevine getirildi. Birkaç yıl sonra Türkiye’nin ‘ilk kadın dışişleri bakanı’ unvanına da sahip olacaktı.
Siyasete girmeden önce Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi profesörüydü. ABD’de New Hampshire ve Connecticut üniversitelerinde eğitim görmüştü. Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın 17 Nisan 1993’te beklenmeyen ölümü, siyasi kariyerinde Çiller’in önünü açtı. Süleyman Demirel, Köşk’e çıkınca DYP Genel Başkanlığı ve başbakanlık görevine geldi.
Göreve gelirken medyanın da büyük desteğini almıştı. Fakat başbakanlık yaptığı yıllar, ülkenin en çalkantılı dönemlerinden biri oldu. Bu dönem Cumhuriyet tarihinde siyasi kavgalar, terör, faili meçhul cinayetler ve ekonomik krizlerle hatırlanıyor.
Hasımları bile saygı duydu: Behice Boran
Tanıl BORA
Nezihe Muhiddin’in Kadınlar Halk Fırkası’nı bir yana bırakırsak, Behice Boran, Türkiye’de siyasal parti genel başkan olan ilk kadındır. 1960’ların Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) milletvekili, 1975’te kurulan ikinci TİP’in genel başkanı idi.
Öncesinde, Türkiye’nin önemli sosyologlarındandır. Kırsal yapı ve şehirleşme üzerine çalışmaları, hâlâ okunmaya değer gözlemler içerir. 1948’de anti-komünist cadı avı sonucu üniversiteden uzaklaştırılmıştır.
Ortodoks bir Marksist’ti. Birinci TİP’te Aybar’la ters düşmesinin nedeni, onu öğretiye uzak ve popülist bulmasıydı. Hızla kitleselleşmek yerine, teorik ve politik tutarlılığı olan, bilinçli bir kadro partisinin inşasını önemsedi. Ortodoksinin, fikri ciddiye alan, ciddiyetle ve nezaketle tartışan bir temsilcisiydi.
1970’lerde TİP’in Sovyetler Birliği tarafından tanınan ‘esas’ KP olmasını sağlamak için resmi TKP’yle rekabete girdi, kaybetti. Kendisi de gönülden bir TKP’liydi aslında. 1980’li yıllarda, Sovyetler’in çöküşüne az kala, partisini TKP’yle birleştirdi.
Siyasi ve medeni cesareti, sanırım hasımlarında bile saygı uyandırmıştır.
İlk kadın büyükelçi: Filiz Dinçmen
Kadın çalışanlara diğer kurumlardan daha fazla görev veren Dışişleri Bakanlığı’nda esas değişim 1982’de Filiz Dinçmen’in Hollanda Lahey Büyükelçiliği’ne atanmasıyla başladı. Bu mevkiye bileğinin hakkıyla gelen Dinçmen, 1961’de başladığı mesleğinde Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği, Tahran Büyükelçiliği ve Ortak Pazar Daimi Temsilciliği’nde zorlu görevlerden geçtikten sonra Türkiye’nin ilk kadın büyükelçisi oldu. İlerleyen yıllarda Avusturya ve Vatikan büyükelçisi olarak da görev yaptı.
Bugün bile Dışişleri’nde çiçeği burnunda bir meslek memuru olarak kariyerlerine başlayan genç kadınlara ilham veren 1939 doğumlu Dinçmen, 1984’te verdiği bir röportajda şunları söylüyordu: “Türkiye’nin kalkınması, kadınların katkıları olmadan tam anlamıyla gerçekleşemez.”
Bir kenti yönetti: Müfide İlhan
İpek İZCİ
Mersin’de doğan, çocukluğu işgal altındaki İstanbul’da geçen küçük bir kız. Babası Teğmen Nafiz Çakmak, Mareşal Fevzi Çakmak’ın erkek kardeşi. Şehit çocuklarıyla birlikte bir yatılı okula gitmek istediği için Atatürk’ün elini öpmeye gitmişliği var. 1950’de ilk kent belediye başkanı olarak seçilen Müfide İlhan’ın hayatı ortaöğrenimini Kandilli Kız Lisesi’nde tamamlamasının ardından, muallim mektebini bitirmesiyle şekillendi. Eşi Faruk İlhan, aileden politikaya atılması yönünde önerilen ilk isimdi. Ancak doktorluğa devam etmek istediği gerekçesiyle bu teklifi reddetti. Demokrat Parti’nin daveti bu kez eşi Müfide İlhan’a geldiğinde, ilk durak İl İdare Kurulu üyeliğine seçilmesi oldu. Teşekkür konuşması yapmak üzere kürsüye çıkan Müfide İlhan’ın şu sözleri söylediği rivayet ediliyor: “Bu sonuca çok sevinebilirdim, şayet birbirimizi tanımış olsaydık. Ama üzüntülüyüm çünkü beni hiç tanımadan sırf ağzım laf yapıyor diye bana alkış tutup oy vermiş olmanızı içime sindiremiyorum.”
İlhan’ın başkanlık serüveni kısa sürer. Daha sonra ‘Mücadele’ adlı bir dergi çıkardı, İzmit’te Türk Kadınları Birliği İzmit Şubesi’ni kurdu. Özel bir anaokulu açtı, Almanya’da Türk çocuklarını Alman okullarına hazırlama sınıflarında öğretmenlik yaptı. Siyaseti bıraksa da mücadeleyi hiç bırakmadı.
İlk kadın bakanı doktor olunca...: Türkan Akyol
Şükrü KÜÇÜKŞAHİN
Prof. Dr. Türkân Akyol, 12 Mart askeri darbesinin yapıldığı günlerde Hacettepe Üniversitesi’nde görev yapıyordu.
12 Mart’ın Başbakan’ı Nihat Erim, Dr. Türkân Akyol’a sağlık bakanlığını teklif etti. Teklif, Akyol için tam bir şoktu; şöyle yanıtladı Erim’i:
“Ne benim ne de ailemden birinin hiç böyle bir tecrübesi yok. Ayakbağı olurum size, çok tecrübesizim.”
Erim ise tam aradığını bulmuştur; “Biz zaten tecrübeli insan istemiyoruz, tecrübesiz olsun istiyoruz. Siz 24 saat düşünün, sonra bilgi verin”.
‘Tecrübesiz’ Akyol, durumu eşine anlatınca, birlikte dekan arkadaşları Prof. Lütfü Tat’a danışmaya gittiler. Tat, az ve öz konuştu:
“Onurlu bir görev; kabul ederseniz belki pişman olursunuz, kabul etmezseniz belki daha çok pişman olursunuz.”
Türkân Hanım, endişelerini Erim’e yineledi, aldığı yanıt şuydu: “Ben sizi bir arenaya atıyorum, beceremezseniz sizi aslanlar yer becerirseniz bakan olarak kalırsınız.” Becerdi, aslanlara yem olmadı ama hükümet etme sürecini demokrasi ile bağdaştıramadı. Askeri darbe ortamı olsa da 11 ay sonra 11 bakan arkadaşı ile “Böyle demokrasi olmaz, buna ortak olamayız” diyerek istifayı bastı. Çünkü, açık olduğu belirtilen TBMM’den yasalar çıkıyor, hükümet kararlar alıyor ama hepsinin üstünde darbeciler bulunuyordu...
Kadınlar parlamentoda: Satı Kadın (Hatı Çırpan)
Satı Kadın ya da resmi kayıtlardaki adıyla Hatı Çırpan... 1890’da Kızılcahamam civarındaki Kazan Köyü’nde doğdu. 5 Aralık 1934’teki anayasa değişikliğiyle kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınmasının ardından, 1935’teki parlamento seçimlerinde TBMM’ye giren 18 kadından biriydi. Atatürk, bir köy ziyareti sırasında tanıştığı Satı Kadın’ın adaylığını bizzat önermişti. Satı Kadın’lı 1935 TBMM’si, bu alanda dünyadaki erken örneklerdendi. Türkiye, seçme ve seçilme hakkını kadınlara tanıma konusunda Fransa (1945), İtalya (1946), Japonya (1945), Arjantin (1946) ve İsviçre (1971) gibi ülkelerden erken davrandı.
Vali Hanım: Lale Aytaman
Dönemin İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli, bir kadını vali olarak atayacaklarını dile getirdiğinde, siyasilerden idarecilere kadar birçok erkek “Kadın vali mi!” tepkisi gösterdi. Ama o sadece ilk kadın vali olmadı, bürokrasideki taşları yerinden oynattı. Dönemin İstanbul Valisi Cahit Bayar, KKTC’ye büyükelçi olarak atandı. Bu atama bir ilkti; yani ilk kez bir vali büyükelçi oluyordu.
Bu atamanın ardındaki isim İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli, Dışişleri bürokrasisinin bu atamaya biraz burulduğunu hissetti, gönül alma yoluna gitti. Bunu da bir kadın büyükelçiyi Cumhuriyet’in ilk valisi yaparak gerçekleştirmeye karar verdi.
Filiz Dinçmen’i atamak istedi. Cumhurbaşkanı Özal, Kalemli’ye Dinçmen’in Dışişleri’nde kalmayı tercih edeceğini söyledi. Öyle de oldu. Kalemli bu kez Dinçmen’in yardımcısı Ferhat Aytaman’ın eşi Lale Aytaman’ı önerdi. Özal, “Hah şimdi oldu bak” dedi. Kalemli, Lale Aytaman’a telefon ederek valilik teklif etti. Fakat Aytaman bunun bir telefon şakası olduğunu sandı. Kalemli, çareyi gizli bakanlık numarasını vermekte buldu. Lale Hanım Cumhuriyet’in ilk kadın valisi olmanın gururunu yaşadı.
‘Cumhuriyet kadını’ tarifini başörtülülere de açtı: Emine Erdoğan
Cumhuriyet, ileriye gitmek isteyen bir toplumun ideallerinin adıysa, ‘Cumhuriyet kadını’ tarifinin de o boyutta olması lazım. Emine Erdoğan, o tarifi genişleten insanlardan biri. Çünkü o tarifte ‘Cumhuriyet kadını’nın aynı zamanda bir duruş olduğu da vardır. Sadece çok partili hayatı, demokrasiyi, ilkeleri savunmak değil, aynı zamanda inançları savunmanın da Cumhuriyetçilik olduğunu ispat edenlerdendi.
Emine Erdoğan, ‘Cumhuriyet kadını’ tarifinin kapısını, başı örtülü kadınlara da açan kuşağın en önde gelen temsilcilerinden. O tarifi bir başka şeye daha açtı: Bir kadın, evinin kadını olarak da ‘Cumhuriyet kadını’ olabilirdi. Oldu.
Evet, ön plana çıkıp, eşinden rol çalmadı. Ama geri planda da kalmadı. Siyasetteki yeri, sadece kürsüde kocasının yanında duran kadın olmadı. Birçok alanda tek başına çok önemli roller yüklendi. Bütün Türkiye’ye, ‘kocasının eşi olmanın’ toplumsal hayatta çok etkili bir figür olmaya mani olmadığını gösterdi.
Bir de ‘Muhafazakârlıkla modernitenin’ birbirine zıt olmadığını gösterdi. Başlarda yadırgadık, sonra biraz zoraki kabullendik, şimdi normalleştiriyoruz. Cumhuriyet’in, başörtülü kadınlarla daha da zenginleşebileceğini ispata hazırlanıyoruz.
Cumhuriyet’in ‘Başörtülü Çalıkuşu Ferideleri’ olduğunu da görüyoruz.
Muhafazakâr kadın değil, ‘Muhafazakâr Cumhuriyet Kadını’: Hayrünnisa Gül
Ertuğrul ÖZKÖK
Türkiye’nin başörtülü ilk başbakan eşi oldu. Fena halde gıcık kaptık. Yetmedi, Çankaya gibi Cumhuriyet’in en zirve sembolünde ilk ‘First lady’ oldu. Bu defa “Cumhuriyet elden gidiyor” diye panikledik.
İtiraf edelim hepimizi şaşırttı. ‘Başörtülü bir modernite’nin pekâlâ mümkün olabileceğini en laik olanlara bile gösterdi. Çok genç evlendi ama başındaki örtüyü açmamak için, okula gitmeyi bile reddeden bir direnişten, Çankaya’da sanatı, kültürü, eğitimi inançla savunan kadına geçti. Başörtülü kadınları, sadece ‘Kocalarının eşi’ sandığımız bir dünyada ve dönemde, öyle bir çıkış yaptı ki, en baba laiklerimiz bile “Başörtünün altında da baş eğmeyen bir kadın karakteri varmış” demek zorunda kaldı. Ağır muhafazakârlar eleştirdi, yerden yere vurdu ama o, yüksek topuklarından hiç vazgeçmedi.
Muhafazakârlığın, ‘kadınlık üzerine örtülen bir şal olmayacağını’ anlatmaya çalıştı. Anlattı da. Çankaya’da yaşadığı yıllarda bir de hepimize muhafazakârlığın ille de çok karanlık bir mahremiyet olmadığını anlattı. Onu eşiyle birlikte mutfakta yemek pişirirken gördük. Çocuklarıyla otururken gördük. Bahçede elektrikli araba kullanırken gördük. Devlet bahçesinde organik tarım yaparken gördük. Emine Erdoğan gibi o da ‘eş kontenjanından listeye girmiş’ bir muhafazakâr kadın değil. O da ‘Muhafazakâr bir Cumhuriyet kadını...’
Ve iyi bir rol modeli.
Hem özgürlük hem isyan: Sevgi Soysal
Çağlayan ÇEVİK
Sevgi Soysal için Fethi Naci, “Küçük burjuvaları en iyi tanıyan ve eleştiren yazarlarımızdan biriydi” der. Ancak Soysal sadece küçük burjuva eleştirisiyle değil roman ve öykülerinde insan sıcaklığı içinde aktardığı toplumsal, siyasi meseleler ve kadının bu topraklardaki yeri/durumuna dair yaklaşımlarıyla daha önemlidir. Bilhassa bunalımı, tedirginliği, yabancılaşmayı ve kadın özgürlüğünü konu edinen ‘Tante Rosa’ başta olmak üzere Türk edebiyatına hikâye ve romanlarıyla, alışılmamış, yepyeni bir kadın tipi armağan eden, en başarılı yazarımızdır. Onun eserlerinde Halide Edip’le başlayan kadın duygusallığının, etinin, teninin tutsaklığında eriyen ama ruhunu, kişiliğini koruma yolunda savaş veren romantik kadın tipini geride bırakırız. Sevgi Soysal’ın yazarlığı 68’in tarihsel, toplumsal, siyasal ortamında daha belirgin biçimde şekillenmiştir.
1971’deki askeri müdahaleyi izleyen döneme, siyasal kovuşturmalara, hapishaneye (8 ay hapis yatar), sürgüne (Adana’ya sürülür) ve işkenceye tanıklık etmiştir. Özgün bir isyan duygusu ve özgürlük mücadelesinden yola çıkan Soysal, toplumsal değişimlerin gerekliliği olan, yaşam tarzından eğitime, müzikten edebiyata, cinsellikten siyasete kadar hayatın her alanına yönelen değişim talebini dile getirmiş, Türk edebiyatına bu ruhu katmıştır.
‘Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya’: Gülten Akın
Aklımıza mıh gibi yerleşen bu dizeler, Gülten Akın’ın gülümseyerek andığı çocukluğunun Yozgat’ından Ankara’ya taşındıkları günlerin yükünü taşıyor. Oysa çocukluğunun uzun kış gecelerinde dedesinin okuduğu manzum peygamber kıssaları; dayılarının, amcalarının yazdığı şiirler vardı. Ve tavan arasındaki eski bavullarda bulduğu kitaplar.
Onun için bir başkaldırı olan şiir de o günlerde girmişti ruhuna. İnanıyordu ki şiir değiştirir, toplumu da insanı da. Ona göre şiir, dizelere sıkıştırılmış bir nükleer enerji: “Şiir, parçalanacak, patlayacak olan şey. Egemenleri korkutan şey. Şiir hem haz hem derinlik hem sonsuz bir bağımsızlık, bağsızlık, hem çok ince bir denge, bir iç düzen. Sabır ve coşku.”
Şiirleri pek çok dile çevrildi, kırktan fazla şiiri bestelendi. Bunlardan biri de Sezen Aksu bestesi Deli Kızın Türküsü’ydü.
Gülten Akın, toplumda ne oluyorsa onu aktardı şiirlerine. Acılar, sancılar, sevinçler, zaferler, yenilgiler. Ve hep umut. Dünyanın kendini yok etme aşamasına geldiğine inanıyorsa da ‘yazdıklarında gerçek adına söyledikleri ne olursa olsun, bir kıyıcığında umudu saklı tutuyor’ hâlâ.
Masmavi Anadolu: Azra Erhat
Bu ülke mitolojiyi bir Cevat Şakir’den, bir de ondan öğrendi. Denizin uçsuz bucaksız uzanan mavi bir sudan ibaret olmadığını, o iyot kokulu rüzgârların serinlikle birlikte binlerce yıllık tarihi de taşıdığını, hikâyelerin atalarının bastığımız toprakta yattığını öğretti bize. Azra Erhat liseyi Belçika’da okuyup, II. Dünya Savaşı başlarken Türkiye’ye döndü. Klasik filoloji doçentiydi, 1948’de Pertev Naili Boratav, Behice Boran, Adnan Cemgil, Niyazi Berkes’le birlikte üniversiteden uzaklaştırıldı. Hocaları Sabahattin Eyuboğlu ve Nurullah Ataç’tan aldığı elin verimini bu dönemde daha fazla gördü. Yazdı, araştırdı, Anadolu kültürünü bir ankakuşu gibi küllerinden doğuran insanlardan biri oldu. Onlar Mavi Anadoluculardı. Bugün dillerden düşmeyen Mavi Yolculuk da onların icadıydı. Sadece A. Kadir ile birlikte çevirdiği İlyada ve Odysseia için bile ona ömür boyu minnettar kalmalıyız ama o borçlarımız hanesine çok daha fazlasını ekledi.
Saint-Exupery’den ‘Küçük Prens’i, Colette’den ‘Cicim’i çevirdi. ‘Mavi Anadolu’, ‘Mavi Yolculuk’, ‘İşte İnsan-Ecce Homo’, ‘Mitoloji Sözlüğü’, ‘Mektuplarla Halikarnas Balıkçısı’, ‘Sevgi Yönetimi’, ‘Karya’dan Pamfilya’ya Mavi Yolculuk’, ‘Troya Masalları’, ‘Gülleylâ’ya Anılar’ ve ‘Halikarnas Balıkçısı-Düşün Yazıları’ kitaplarıyla ufkumuzu açtı. Ölümünden sonra yayımlanan, yarım kalmış son araştırması ‘Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına’ bir bakıma onu tarif ediyordu. Azra Erhat, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e uzanan aydın kavramının vücut bulmuş haliydi.
Anıları şaşırttı: Mina Urgan
Ailesinde herkes soyadını kendi seçmişti. O, içinde u harfi bulunan bir nesne adı istiyordu. Necip Fazıl ona “Urgan koy” dedi: “Anadolu’da ip anlamına gelen urgan, solculuğundan dolayı bir gün nasılsa asılacağın için sana ayrıca uygun...”
Neyse ki öyle olmadı. Mina Urgan, 15 Haziran 2000 günü, 85 yaşında öldüğünde arkasında pek çok hayran bıraktı.
İngiliz edebiyatı profesörüydü, İngiliz edebiyatının en önemli eserlerini literatürümüze kazandırdı. Thomas Malory, Shakespeare, William Golding, Graham Green... Politik yanı Türkiye İşçi Partisi’yle şekillendi, Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kurucu üyeliğini yaptı.
Kendi hayatını yazdığı kitapları çevirdiklerinden daha büyük yankı uyandırdı. Halbuki o bunu öngörememiş, “Benim gibi bir kocakarının anılarını kim merak eder ki?” demişti. ‘Bir Dinozorun Anıları’ ve ‘Bir Dinozorun Gezileri’ uzun süre bestseller listesinin en tepesindeydi.
Nasıl olmazdı, o hayat nasıl okunmazdı ki?
Örneğin siz Mustafa Kemal ile vals yaptınız mı? Büyükada’da sürgünde olan Troçki balık tutarken teknesine kadar yüzdünüz mü, Nâzım Hikmet’le görüştünüz mü, Sait Faik ile rakı içtiniz mi? Üniversitede Halide Edip’in asistanlığını yaptınız mı? Sabahattin Eyuboğlu’yla kitaplar çevirdiniz mi? Ahmet Haşim ile ne kadar yakın oldunuz?
Gelinlik kızın romanı: Kerime Nadir
Selim İLERİ
Önce Hürriyet’in seçimine saygımı belirteyim: Haksızlıklar, küçümseyişler, unutuşlar ortasında Kerime Nadir’i Cumhuriyetimizin değerli kadınları arasında saymak! Mutlaka önde gelen, yurda emeği çok geçmiş bir kadın, bir yazar ama o zaman da bu zaman da kimsenin umuru olmamış. Edebiyat tarihlerinde handiyse adı geçmiyor, romanları çevresinde dişe dokunur tek bir inceleme yok, bugün galiba büsbütün unutulmuş.
Oysa, Cumhuriyet’in kadın haklarına yönelik çabası, onun popüler, çok okunmuş ama hırpalanmış bir romanında kılgıya dönüşmüş. Bu eserin adı, Gelinlik Kız. Yıl, 1943. Romanın kahramanı, hanım hanımcık bir ev kadını olmaya yönlendirilmişken, acı sınavlardan geçerek, bireyliğini ve kendi olmak yordamını aranıyor. Bunun da ekonomik özgürlükten geçtiğini ayırt ediyor. Şüphesiz, ‘ilk’ ayırt edenlerden biri!..
Romancıya yaraşır bir anlatımla kaleme getirdiği eserleriyle Kerime Nadir yurdumuza pek çok okur yetiştirdi, kazandırdı. Yarının aydınlık, uygar Türkiyesinde -dilerim- ona borcumuzu, hem de epey birikmiş saygı borcumuzu öderiz...
İpek kadar asil, bakır kadar dayanıklı: Tomris Uyar
Onu anlatan bir addı sanki ‘İpek ve Bakır’. İpek kadar asil, bakır kadar dayanıklı... Bunun ardından gelen kitapları da onu anlattı: ‘Ödeşmeler’, ‘Dizboyu Papatyalar’, ‘Yürekte Bukağı’, ‘Yaz Düşleri Düş Kışları’... Kadınların dünyası ağırlıktaydı bu kitaplarda. Buruk ve kırgın anlar, toplumsal dönüşümler... Şiirsel dili, ‘kraliçesi’ olarak anıldığı İkinci Yeni’nin ruhunu taşıyordu.
Ama yazmak onun için her şeyden önce yenilenmekti. Temel izlekleri her daim baskıya karşı çıkma ve ödeşmeydi ama teknik olarak yeni bir mecraya doğru akmalıydı öyküleri: “Kendimi tekrar etmek istemiyorum. O yüzden gittikçe güçleşiyor öykü yazmak.”
Kendini ‘profesyonel bir yazar’ olarak tanımladı hep. Bir meslekti bu, duygusal yaklaşmaya gerek yoktu. “Yazmak/ yazı, yazarlıktan daha önemli”ydi. “Bunu yazmam neyi değiştirdi” sorusuna cevap vermeliydi öncelikle. Gönül çelmek ya da ‘iyi gelmek’ için yazmak gibi bir derdi hele hiç yoktu. “Yaşadığım ülkede ferahlatıcı yazılar yazılabileceğine inanmıyorum” diyordu, “Oyalayıcı bir şeyler yazmaktansa kopkoyu bir karamsarlığı yeğlerim.”
Tomris Uyar’ın edebiyattaki tahtlarından biri öyküyse, diğerleri de gündökümleri ve çevirilerdi. Günlerini dökmeye 1975’te başladı, 20 yıl boyunca devam etti. Çeviri ise öyküden de gündökümlerinden de önce başlayan bir işti Tomris Uyar için. Gündökümlerinde çeviri süreçlerini bir bir yazdı. Başlı başına birer hikayeydi aslında bunlar. En çok kendisini rahatsız hissettiren metinleri çevirirken rahat ediyordu. Favorisi ise elbette Virgina Woolf’tu. Meydan okuma getiriyordu onu çevirmek.
Gündökümlerinden birinde şöyle diyordu: “Bu toplumu haklı çıkarmadan ölmenin bir yolunu bulmalıyım diye düşünüyorum. Akciğer kanserinden ölsem ‘Çok sigara içiyordu’ diyecekler. Sirozdan ölsem ‘Çok içki içiyordu’ diyecekler. Araba çarpsa, herhalde ‘Hafif içkiliydi, şoför haklıdır’ diyecekler. Türkiye’de intihar da edilmez. İlaç ve içki şişelerinin kapakları açılmaz, su gelmeyebilir, havagazı gelmeyebilir, tren vaktinde gelmez, atamazsın kendini altına.”
Ama olmadı. Toplum haklı çıktı; Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever’le aynı yaşlarda çekip gitti.
Tekinsiz bir zihin kuşu: Leyla Erbil
Ayfer TUNÇ
Karanlığa batmış ruhumuzun tam ortasında duran, gövdesine sarılıp el yordamıyla aradığımız doğrunun izlerini kabuğunda okuyabileceğimiz devasa bir ağaçtır. Hallaç pamuğu gibi attığı, atarken müthiş bir sıraya koyduğu kelimelerden yaptığı; sinsiliğe, eşitsizliğe, yıkıcılığa, insanı kirleten ve uyuşturan her şeye başkaldıran bir öfkenin dilidir. Yüzyıllardan bize kalan hayal kırıklığının, dinmek bilmeyen toplumsal acının, ardı arkası kesilmeyen kıyımların günümüze gür sesli bir tercümesidir. Annelerin elini kolunu bağlayan kutsallık halesini yerle bir eden, anneyi insan ve kadın olarak yeniden tarif eden ve müşfik olmayan bir annedir; çünkü müşfik olmak yerine göre bir tuzak olabilir. Söylenmesi yürek isteyeni edebiyatıyla yazmış, yazmakla kalmayıp arkasında durmuş, sözüyle de pekiştirmiş bir cesarettir. Damladığı anda sahte ilişkileri eriten, üstündeki süsü yok ederek kavruk ve bozuk iskeleti ortaya çıkartan formülü eşsiz bir asittir.
Türkiye’nin kültürel anlamda en canlı yıllarının, siyasal anlamda en kirli zamanlarının sözünü sakınmamış tanığıdır. Zihnin içinde çırpındıkça düşünceyi havalandıran, bir araya gelemeyen hecelerden kelimeler, kelimelerden müthiş öyküler ören tekinsiz bir zihin kuşudur. Romanın karanlık tarafıdır.
Cücenin, sinsinin, paşanın karısının, yalancının, ikiyüzlünün, despotun, haysiyetsizin, aynı zamanda devrimcinin, umutlunun, direnenin bilinçdışıdır. Müthiş bir cümledir: “Annem ellerini ne vakit reddetti hiçbirimiz anımsamıyoruz.”
İki dilli bir yazar: Elif Şafak
Cem ERCİYES
2000’lerde Türk edebiyatı bambaşka bir kıvam kazanırken, onun simge isimlerinden biri de Elif Şafak oldu. 1970’lerde diplomat annesiyle bambaşka ülkelerde bambaşka diller öğrenerek geçen biraz da yalnız çocukluğundan dili ve atmosferiyle kimseye benzemeyen bir edebiyat çıkarttı. Hepimizi kendine hayran bırakan Pinhan ve Mahrem romanları yayımlandığında daha 30 yaşında bile değildi. Ardından hiç terk etmediği tasavvufa, geçmiş zamanlara, hayatın kıyısında kalmış insanların iz bırakacak hikâyelerine bakan diğer romanları geldi. Çok kültürlü, çok dilli çocukluğundan, iki dilli bir yazar çıkartmayı bildi. 2000’lerden sonra ‘Araf’, ‘Baba ve Piç’ gibi romanlarını İngilizce yazdı. O da bütün ünlü ve eleştirel yazarlar gibi mahkemeyi, düşmanlığı tanıdı. Ama hep kendi yolunda gitti. Edebiyatın merkezinde takdir edilen bir kadın yazar olmakla da yetinmedi, romanları evrilip değişirken Elif Şafak da Türkiye’nin en çok okunan, her yazdığı büyük ilgi gören isimlerinden biri oldu. AŞK romanının korsan baskılarıyla birlikte bir milyondan fazla sattığı söylenir ki bu, Türkiye için tekrarı kolay bir iş değildir. Artık Elif Şafak yabancı dillere en çok çevrilen, dünyada da okunan bir imza; yaşamını sürdürdüğü İngiltere’de Türkiyeli yazar denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biri. Türkiyeli yazarlar için dünyaya açılmanın, geniş okur kitlelerine ulaşmanın kendi dünyasını korurken diğer bütün dünyaları da fethedebilmenin simgesi.
Entelektüel vicdan: Adalet Ağaoğlu
Cem ERCİYES
Türk edebiyatının yaşayan en önemli kadın yazarı bana sorarsanız Adalet Ağaoğlu’ndan başkası değildir. O tam bir Cumhuriyet kızı, önemli bir oyun yazarı, büyük bir romancı. İronisini asla terk etmeyen, toplumsal vicdanı güçlü bir entelektüel. Can Yücel’in ‘Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın’ dediği kadın. Yazdığı oyunların isimleri, romanlarından cümleler birer deyime dönüşmüş, hem gündelik dilin içinde eriyip kültürün bir parçası olmuş hem de edebiyatta kendine ayrıcalıklı yer edinmiş bir yazar. Tiyatronun altın çağı yaşanırken, 1950’lerden itibaren yazmaya başladığı Evcilik Oyunu, Çatıdaki Çatlak, Çok Uzak Fazla Yakın gibi oyunlarıyla tiyatromuzun klasikleri arasında yerini aldı.
1973’te ilk romanı ‘Ölmeye Yatmak’ ile edebiyatımızda ikinci bir fırtına estirdi. ‘Bir Düğün Gecesi’nde ‘İntihar etmeyeceksek içelim bari” diyen Tezel ya da ‘ölmeye yatan’ Aysel edebiyatımızın en sevilen, ‘Fikrimin İnce Gülü’ndeki Bayram en tanınan karakterleri arasında yerini aldı. Türkiye’nin yarım asırlık karmaşası, siyasi ve toplumsal baskıları ve bütün bunların içinde cinselliğinden aile ilişkilerine, varoluş meselesine kadınlar onun yazdığı metinlerde ifadesini buldu. Adalet Ağaoğlu sadece yazdıklarıyla değil, söyledikleriyle ve duruşuyla da hep ‘entelektüel vicdan’ın simge isimlerinden birisi oldu. Hayatını edebiyata ve Cumhuriyet’e adamış Adalet Hanım, bu yıl 85’inci yaşını kutluyor. Delidolu o cesur genç kadını, yıllar içinde lafını esirgemeyen bir bilgeye dönüştüren edebiyatımızın kraliçesine nice yıllar dilekleriyle.
Bir Osmanlı-Türk kadın hakları savunucusu: Nezihe Muhiddin
Yaprak ZİHNİOĞLU
Nezihe Muhiddin’in portresini, dönemin yetiştirdiği kadınlar içinde en ön sırada yer alan, iyi yetişmiş, entelektüel düzeyi ve analiz kabiliyeti yüksek olan önemli bir siyasal stratejist ve eylemci, iyi bir hatip ve yazar, etkili bir kişilik şeklinde çizebilirim.
1889’da Kandilli’de doğdu. Evde ‘hususi muallimlerden’ ders alarak yetişti. Aydın, toplumsal-siyasal sorunları ve kadınlığın durumunu tartışan, idealleri olan kadınların bulunduğu bir ortamda yetişti. 1909 yılında muallim (öğretmen) olarak meslek hayatına atılan Nezihe Muhiddin kuvvetli kalemi ve edebi metinleriyle, tutkulu kişiliği ve pırıltılı zekâsıyla 1912 yılından sonra toplumda ‘edibe-i şehîre (ünlü kadın yazar)' olarak anıldı.
Nezihe Muhiddin’in öncülük ettiği bir grup kadın 1923 Mayısı’nda Kadınlar Halk Fırkası’nı kurma girişiminde bulundu. Bu parti, kadınların siyasi ve içtimai haklarını kazanmak, Cumhuriyet rejimi altında Meclis kürsüsünden bu hakları savunmak ve kadınlığın statüsünü yükseltmek için çalışacaktı. Bu girişime hükümet izin vermedi. Kurucular heyeti çok geçmeden, 15 Şubat 1924’te aynı amaçlarla Kadın Birliği’ni kurdu. Kadın Birliği 1924-27 yılları arasında kadınların seçme-seçilme hakkı ve toplumsal, ekonomik tüm hakları için mücadele etti. 1927’de Birlik on beş ilde şubeleri olan yaygın ve etkili bir kadın örgütüne dönüştü. Aynı yıl hükümet Nezihe Muhiddin’in şahsına yönelik bir karalama kampanyasını başlattı. Nezihe Muhiddin yargılandığı çok sayıdaki davadan 1929’daki umumi af ile kurtulabildi. 1930’larda ‘köşesine çekilmeye’ zorlandı ve edebi eserler vererek yaşamını geçirdi. Nezihe Muhiddin, 10 Şubat 1958 günü İstanbul’da yalnız ve unutulmuş bir durumda bir akıl hastanesinde vefat etti. Bıraktığı izler ise silinemedi.
Bir dava insanı: Zehra Kosova
1924’te, Yunanistan’la yapılan Mübadele Antlaşması çerçevesinde ailesiyle birlikte Tokat’a göçtüğünde yaşı henüz 14’tü. Altı yıl sonra İstanbul’a yerleştiklerinde tütün deposunda çalışmaya başladı. Babası veremden ölmüş, ailesinin geçimini sırtlamak durumunda kalmıştı. Tütün işçilerinin sendikal örgütlenmesine katıldı, kendini birden bir sınıf mücadelesinin içinde buldu. 1946’da arkadaşlarıyla birlikte hazırladığı sendika broşürleri nedeniyle gözaltına alındı ve emniyette günlerce işkence gördü. 1954’te kurulan Vatan Partisi’ne üye olduğunda da bir süre sonra ilişiğini kesmiş olmasına rağmen 16 ay hapis yattı.
Kosova’nın hayatı davalarla uğraşmakla geçiyor, bir yandan da komünist olduğu için kendisine ev kiralamak istemeyenlerle mücadele ediyordu.
İstanbul Tütüncüler Sendikası’nın kurucularından olarak ilk Türk kadın sendikacı unvanını alan Kosova’nın hayatı ‘Ben İşçiyim’ adlı kitapta anlatılıyor: “Hayatım boyunca bir gün denizin durulacağını, fırtınanın dineceğini, benim gibi milyonlarca insanın sakin ve rahat bir hayata ulaşacağını düşündüm. İnsanların ezilmeyeceği, sömürülmeyeceği bir dünyanın özlemiyle yaşadım. Bugün de 90 yıla yaklaşan ömrümle aynı özlemi taşıyorum.”
Çığır açan ilahiyatçı: Beyza Bilgin
Hem bir din bilgini hem bir pedagog. Profesör Beyza Bilgin, ‘İslam’da Eğitimin Temeli Olarak Sevgi’ başlıklı doktora teziyle iki alanı buluşturdu. Aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk kadın vaizi unvanını taşıyor. Türkiye’de din eğitimi üzerine en fazla emek veren akademisyenlerden biri. Başaörtüsü ve kadın haklarına bakışıyla ilahiyat camiasına yeni ve önemli tartışmalar kazandıran bir isim. Yurtiçi ve yurtdışında birçok ödüle layık görüldü. Tartışma yaratan fikirleri akademi dünyasında ve uluslararası alanda kabul gördü.
Tüm bunların yanında çocukların eğitimine ayrı özen gösterdi. Bir söyleşisinde “En önemsediğiniz çalışmanız hangisi?” sorusuna, bütün akademik eserlerini bir yana bırakıp “Beyza Teyzeden Hikâyeler” cevabını vermiş: “Çünkü ben çocukluğumda din dersi okumamıştım; o hikâyeler benim bütün özlemlerimi ifade etti.” Bu cevap bile alanında ne denli eşsiz olduğunun bir kanıtı sayılabilir.
Bir Türk mütefekkiri: Samiha Ayverdi
Samiha Ayverdi, Türkiye’nin edebiyat ve fikir dünyası için önemli bir isim. Romandan şiire, tarihten tasavvufa farklı tür ve alanlarda eserler verdi. Ama onun gönülden inanıp bağlandığı, fikri şahsiyetini oluşturan asıl kaynak Türk-İslam medeniyetini kuran İslam tasavvufu oldu. Ayverdi, nevi şahsına münhasır karakteriyle bir kadın muhalifti. Devrinin yetiştirdiği birçok aydının durduğu noktanın uzağındaydı. Yüzünü sadece Batı’ya dönmüş aydın fikrini kabul etmiyordu. Batıcılığın esas alındığı ve tamamıyla bu yönde politikaların uygulandığı yılların aydını olmasına rağmen, her fırsatta Türkiye için gelişimin gelenekle de ilgili olduğunu dile getirdi. Bunu kanıtlamak için eserlerinde Doğu ve Batı medeniyetlerini mimariden müziğe farklı alanlarda kıyasladı. Bütün çalışmaların yanında hayattaki en büyük başarıyı üç kelimeyle özetliyordu: İyi insan olabilmek.
Felsefenin ‘Çalıkuşu Feridesi’: Ionna Kuçuradi
Ertuğrul ÖZKÖK
Cumhuriyet’in ilanından sadece 13 yıl sonra doğdu. Türkiye’de kalmayı seçen az sayıda Rum aileden birinin kızıydı. Cumhuriyet’in ‘Bir Türkleştirme projesi’ olduğu iftirasını atanlara karşı bir Rum kızı olarak okudu. Hem de felsefe okudu. Felsefenin Çalıkuşu Feridesi’ydi. Anadolu’da çalıştı. Erzurum Üniversitesi’nde felsefe öğretti. Dünya Felsefe Federasyonu Başkanlığı yaptı. Bugüne kadar hep etik, ahlak ve insan hakları kavramlarının hayata geçirilmesi için çalıştı. Hacettepe Üniversitesi’nde Bilge Karasu’ları, Oruç Aruoba’ları, Füsun Akatlı’ları, bir araya getiren harika bölümü o kurdu. Cumhuriyet’in çok düşünen, çok tasalanan, çok yazan, çok anlatan, çok savunan en sessiz kadınlarından biri o.
Çok bilen kadındı. Sadece çok öğreten biri olarak kalmayı tercih etti.
Çok güzel bir kadındı, onu saklayıp, sadece bilgisi ile yaşamayı tercih etti. Bana da onunla aynı dönemde o fakültede çalışmanın şerefi kaldı.
Çok yaşa, sağlık içinde yaşa güzel Cumhuriyet öğretmenim. 12 Eylül’ün en karanlık günlerinde içimizi aydınlatan bakışın, bize Hacettepe Üniversitesi’nde küçücük bir huzur vahası açan sükûnetin ve bilgeliğin... Ve tabii ki, hepimizi gizli birer platonik aşığa çeviren güzelliğin... Sen saklasan da biz anlatmaya devam edeceğiz.
Bir sanat tarihçisi: Gülru Necipoğlu
Prof. Dr. Serpil Bağcı
Halen Harvard Üniversitesi Sanat ve Mimarlık Tarihi Bölümü’nde İslam Sanatı Ağa Han profesörü ve Ağa Han İslam Mimarisi Programı müdürü olarak görev yapan Gülru Necipoğlu, Osmanlı ve İslam mimarlık ve görsel sanatlar tarihi alanında her biri olağanüstü emek, yeni bilgi ve yaratıcılık barındıran kitap ve makaleleriyle ulusal-uluslararası alanda edindiği saygın yeri ve başarılarına çeşitli vesilelerle layık görülen ödülleri sonuna kadar hakeden, üretken bir bilim insanıdır.
Araştırmalarını hem derin hem de geniş bir bağlama yayan Necipoğlu, mesela Topkapı Sarayı’nın, Sinan’ın anıtlarının, Sultan Süleyman’ın mücevherlerle bezeli tacının ya da Kubbetü’s Sahra’nın onarımının tarihini yazarken, modern literatür ya da arşiv belgelerinden yararlanmakla yetinmez. Mimari anıtlara yerleştirilmiş yazıtların anlam ve mesajlarını titizlikle, tarihselliği içinde çözümler; eserlerin doğrudan kendileri ya da onları sipariş eden, yapan, kullanan bireyler ve topluluklar hakkında Batı veya Doğu dillerinde yazılmış bulduğu bütün çağdaş anlatıları da deyim yerindeyse hatmeder. (Hatta bu hatmedişler sırasında kütüphanenin kapanış saatini unutup içerde kilitli kaldığı bile olmuştur!) Böylece eserlerin varlık nedenlerini, kendi çağlarında ve sonradan nasıl algılandıklarını, toplumsal dinamikte nasıl rol aldıklarını, kısacası dünyalarını keşfeder ve bu verileri geçmişi yeniden kurgulamakta ustalıkla kullanır. İşte bu yenilikçi ve öncü çalışmalarıyla Necipoğlu imparatorluğun kapsayıcı, zengin dokusundan beslenen Osmanlı sanatının ve tarihinin çok katmanlı yapısını, Avrupalı ve İranlı komşularıyla yakın bağlantısını, özellikle ABD ve Avrupa akademik çevrelerinde eskiden olduğundan daha cazip bir hale getirmiş, temsiliyetini daha görünür kılmıştır. Bu bakımdan ona çok şey borçluyuz.
Öte yandan, bir hocanın mirası içinde belki yazdıklarından daha öne çıkan, bu mirası sürekli kılan öğrencileridir. Nitekim, doğrudan ya da dolaylı katkısıyla İslam ve Osmanlı sanatı tarihinin farklı sahalarında yetişmiş, envai çeşit milletten onlarca genç bilim insanı, bugün ABD, Avrupa, Türkiye üniversitelerinde ve müzelerinde çalışıyor, alana özgün, yenilikçi katkılar yapıyorlar. Bu bakımdan da ona çok şey borçluyuz.
Kültürlerarası psikolojinin öncüsü: Çiğdem Kâğıtçıbaşı
Yrd. Doç. Dr. Emrah Aktunç
Koç Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Direktörü Çiğdem Kâğıtçıbaşı, psikoloji bilimine dünya çapında katkılarda bulunan bir profesör. Sosyal-kültürel psikoloji alanında çalışan Prof. Kâğıtçıbaşı’nın yurtiçinde basılmış 18, yurtdışında basılmış 13 kitabı ve 1600’den fazla atıf almış 200’den fazla makalesi var. Kâğıtçıbaşı, bütün dünyada hem psikoloji hem de diğer sosyal bilimlerde derin etkiler yaratan ‘Kültürlerarası Psikoloji’ alanının temelini atanlardan birisi olmuştur. Kültürlerarası Psikoloji Kurumu’nun eski başkanı ve onur üyesi olan Profesör Kâğıtçıbaşı, aynı zamanda Uluslararası Sosyal Bilimler Konseyi’nin ve Uluslararası Psikolojik Bilimler Birliği’nin eski yönetim kurulu üyesi ve başkan yardımcısıdır. Aralarında Amerikan Psikoloji Kuruluşu ‘Uluslararası Psikolojinin Gelişmesine Seçkin Katkı Ödülü’, Uluslararası Uygulamalı Psikoloji Kuruluşu Ödülü, William Thierry Preyer İnsan Gelişimi Arastırmaları Avrupa Mükemmellik Ödülü, Ursula Gielen Global Psikoloji Kitap Ödülü, Hollanda İleri Araştırmalar Enstitüsü Ödülü, Fulbright Ödülü, Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülü ve Mustafa Parlar Bilim Ödülü’nün de bulunduğu pek çok ulusal ve uluslararası bilim ödülüne layık görülmüştür.
Demir leblebi gibi: Mübeccel Kıray
Yaşadıklarını anlattığı kitabın ismi ‘Hayatımda Hiç Arkaya Bakmadım.’ Türkiye ve dünyada sosyal bilimlerin zirvesine çıkan Mübeccel Kıray, bu isme yakışır şekilde, ilericiliğin sembolü oldu. Çalışmalarıyla ülkedeki toplumsal değişimin nabzını tutan sosyolog, Türkiye’nin geleneksel tarım toplumundan modern sanayi toplumuna geçiş sürecinin her yönüyle anlaşılmasını sağladı. 1964’te yayımladığı ‘Ereğli: Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası’ isimli eseri, alanında bir başyapıt olarak kabul gördü.
Çok aradı, çok çalıştı ve çok öğretti Mübeccel Kıray. Özellikle öğretmenliği en güçlü yanlarından biriydi. Günümüz Türkiyesi’nin saygın toplumbilimcilerinin önemli bir bölümü onun öğrencisi. Kıray’ın asistanı olarak çalışan isimlerden, Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Ayhan Aktar, Kıray’ın kişiliğinin en önemli özelliği olarak merak duygusunu öne çıkarıyor: “İyi sosyal bilimci olmak için 'olmazsa olmaz' bir özelliktir bu. Hoca, toplumsal yaşama ait her şeyi merak ederdi.”
Mübeccel Hoca, Türkiye’yi merak etti. Genç Cumhuriyet’in sancılarını, coşkusunu, hevesini ve sıkıntılarını... Kendisi de Cumhuriyet’le yaşıttı zaten. Çevresindekiler onu ‘Cumhuriyet Kızı’ olarak tanımlıyordu. Bir tanımı da Ayhan Aktar, annesinden aktararak veriyor: “Demir leblebi gibi bir kadındı Mübeccel Kıray...”
Kendine bir hayat seçen kadın: Nermin Abadan-Unat
1935, Budapeşte... Bir kız çocuğu şehirdeki Türkiye Büyükelçiliği’nin kapısını çalar. Almanca, Fransızca, İngilizce, Macarca konuşabilen, 14 yaşındaki bu akıllı kız, büyükelçiden ilginç bir ricada bulunur: “Benim babam bir Türk’tü ama ben Türkçe bilmiyorum. Türkiye’de okumak istiyorum. Beni oraya gönderebilir misiniz?” Büyükelçi durumu araştırır ve bu küçük çocuğun İstanbul üzerinden, İzmir’deki akrabalarının yanına gönderilmesini sağlar.
Bugün 94 yaşında, Türkiye’de sosyal bilimler alanındaki anıt isim haline gelen, kendisine ‘hocaların hocası’ denilen Nermin Abadan-Unat, daha küçücük bir çocukken kendi yolunu kendisi çizmişti. Büyükelçinin de çabası sonucu İzmir Kız Lisesi’nde başlayan serüveni, zorlu aşamalardan geçerek onu Türkiye biliminin zirvesine taşıdı.
Hayatında o kadar çok ilk var ki... Türkiye’nin ilk kadın siyaset bilimcisi, ilk kadın senatörlerden, ilk kadın gazetecilerden, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin ilk kadın asistanı, ilk kadın doçenti, ilk kadın kürsü kurucusu, Basın Yayın Yüksek Okulu’nun ilk kadın müdürü... Göç ve kadın hakları konusunda tartışmasız bir uluslararası otorite. Ama her şeyden önce, onu tanıyanların gözünde, ülkede, çevrede, ailede işler ne kadar kötüye gitse dahi, ilham alınıp “Devam” diye düşündürten kadın. O varsa, kaygı yok.
Hüzün ki en çok yakışandır ona: Neş'e Erdok
Erkan AKTUĞ
Erdok’un figürleri -özellikle de gözlerdeki ifadeler- o kadar güçlüdür ki, bir süre bakarsanız o insanların gözlerinde, yüzlerinde derin hülyalara dalarsınız.
Sanat dünyasının ‘hınzır’ kalemi Adalet Cingöz, bir yazısında Neş’e Erdok’la ilgili şöyle bir anekdot aktarır: Bir koleksiyoner, sergisini gezerken Erdok’a şöyle der: “Neş’e Hanım biraz neşeli resimler yapsanız da biz de daha çok resminizi alsak...” Neş’e Hanım ise hiç hanımefendiliğini bozmadan, “Mutlu olsam resim yapar mıydım, bilemiyorum...” deyiverir.
Evet, Türkiye’de figür resmin, erkek/kadın fark etmez, tartışmasız en iyilerinden Neş’e Erdok’un figürleri -özellikle de gözlerdeki ifadeler- o kadar güçlüdür ki, bir süre bakarsanız o insanların gözlerinde, yüzlerinde derin hülyalara dalarsınız. Ardından o insanların ruh hallerini, psikolojilerini, kısaca hikâyelerini kurarsınız kafanızda. Hatta seslerini bile duyarsınız. Tıpkı bir filmden sahneler gibi... Ve bakmayın adının Neş’e olduğuna, genelde neşeli hikâyeler değildir bunlar. Kararında hüzün vardır... Hüzün ki en çok yakışandır ona. “Mutlu insan resim yapmaz, yaşar...” demişti bir keresinde...
Fatih Özgüven, onun resimleriyle ilgili “Erdok’un resmettiği her manzarada, her sahnede dozu yükseltilmiş bir dram duygusu vardır; adeta çizdiği koca ellerle ayaklarda gelip son bulan bu dram duygusunu şu ya da bu biçimde her resminde bulursunuz. Uzun yıllar boyu, Neş’e Erdok’un resimlerinde derin bir acının izi yoğundu gibi gelir sadık izleyicisine. Öyle ki, bedende ifadesini bulan bu acı yüzünden bazı tuvallerine bakmak hayli ‘zor’du bile denebilir” yorumunu yapıyor...
Balkan göçmeni bir ailenin ikinci çocuğu olarak 1940’ta Üsküdar’da doğan Neş’e Erdok’un figürdeki ustalığında elbette İDGSA’daki hocası Neşet Günal’ın etkisi mutlaka vardır. Paris’te geçirdiği beş yılınsa ona özgüven aşıladığı muhakkaktır. Zira, pek çok alanda olduğu gibi erkeklerin ‘belirleyici’ olduğu resim dünyasında, sırtını kudretli bir koleksiyona ya da kocaya yaslamadan ‘tek başına’ bir kadın olarak bu kadar güçlü şekilde varolmak kolay iş değildir.
Neş’e Erdok’un figürleri kentlidir. Dikkatli bir kent izleyicisi gibidir o. Figürler çoğu zaman izlendiklerinin farkında değillerdir, sükûnet içinde bize bakarlar, biz de onlara... Ayrıca otoportre ve portreleri de muhteşemdir. Şimdi sanatçının ismini taşıyan internet sitesine girin, Neş’e Erdok resimlerine bakın ve derin hülyalara dalın...
Heykelin yalın hâli: Seyhun Topuz
Haldun DOSTOĞLU
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde Cumhuriyet’in 19. yılında doğan Seyhun Topuz, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Heykel Bölümü’nü dünya üniversitelerinin en çalkantılı yıllarının hemen ardından 1971 yılında bitirdi. Tüm tabuları yıkan bir kuşağın ilk mezunlarından biri olarak ülkemiz heykelciliğinde de alışılagelen formları, dili, ifadeyi kıran yepyeni modernist bir dil geliştiren genç bir heykeltıraş olarak sanat serüvenine başladı.
Türk büyükleri anıtlarına sıkışıp kalmış heykel sanatımıza bambaşka bir ifade biçimi getiren bir elin parmaklarından fazla olmayan sanatçılar arasında yer alan Topuz erkek egemen bir alanda kadın bir sanatçı olarak üstesinden gelmesi gereken zorlukları aşmaya yetecek bir cesaret ve kararlılıkla heykel sanatımıza son derece özgün bir dil ile katılmıştır.
Sanat üretimine başladığı ilk yıllardan itibaren malzemeyi en yalın haliyle kullanageldi. Başlangıçta demir, daha sonraları ise alüminyum ve fiberle gerçekleştirdiği heykelleri ile formun en minimal, en sade halini ifade biçimi olarak seçti. Modern heykelciliğimizin tartışmasız en özgün sanatçılarından olan Seyhun Topuz, gerek duvar rölyefleri gerekse üç boyutlu, üçgen yüzeylerden kıvrılan kübik formlara, amorf düğümlerden, halkalara uzayan sade formlarında heykel sanatımızda çok az rastlanan temel renkleri kullanarak yepyeni bir heyecan getirmeye cesaret edebilmiş son derece özgün bir sanatçıdır.
Sanatın devler liginde: Nazan Ölçer
Cem ERCİYES
Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin karizmatik müdürü Dr. Nazan Ölçer, kendi alanında çıtayı hep biraz daha yukarıya koyan, aşılması zor bir öncü. Türkiye’de müzeciliğin kabuk değiştirdiği, özel müzelerin açıldığı 2000’lerde ülke çapında tanındı. Ama aslında müzecilik dünyasında 70’lerden bu yana çok iyi bilinen bir isimdi. Almanya’da aldığı eğitimin ardından 1972’de girdiği İslam Eserleri Müzesi’nin 1978’de müdürlüğünü üstlendi. 2003 yılında emekli oluncaya kadar bu müzeyi açtığı sergiler ve kurduğu işbirlikleri ile en başarılı kurumlardan biri haline getirdi. Devlet müzelerinin birikimini, özel müzecilik alanına taşıyan en önemli isim Nazan Ölçer oldu. Her zaman ‘ne istediğini ve istemediğini çok iyi bilen’ bir müze yöneticisi, sergi düzenleyicisi olarak Sabancı Müzesi’nde açılan Picasso, Dali, Miro, Rembrandt, Anish Kapoor sergilerinin her birine özgün bir tat kazandırmayı bildi. Uluslararası müzecilik ağına hâkim, korumayı da teşhir etmeyi de çok iyi bilen yani dört dörtlük bir müzeci. Çalışma arkadaşları için tatlı sert mükemmeliyetçi bir meslektaş. Kültür sanat dünyası içinse tatlı dilli, müthiş zeki ve sonsuz birikim sahibi bir dost.
Tasarımı yüceltti: Alev Ebuzziya
Estetik duygusu ona ilk aynaya baktığı gün yerleşmiş olmalı. Yarattığı seramiklere zarafetini, vakarını yansıttı. Genç bir seramik sanatçısı olarak önce Füreya Koral’ın ellerinde şekillendi. Sonra Almanya’da, sonra Danimarka’da. Kopenhag’da kendi seramik atölyesini kurdu, seramiğin mabedi olan Rosenthal Porselen Fabrikaları’nda tasarımcı olarak çalıştı. 1978 yılında bu kez Paris’te atölye açtı.
Türkiye’de tasarımın adının anılmadığı günlerde, Avrupa’nın en müşkülpesent eleştirmenlerinin yüreğini hoplatan tasarımlar yaptı.
1981 yılında Danimarka Kraliyet Akademisi üyesi olmuştu. Londra Victoria and Albert Museum, Zürih Musee Bellerive, New York Cooper Hewit Museum, Belfast Ulster Museum ve Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi’ni gezenler onun imzasını taşıyan çanaklarla karşılaştılar. İmzasını taşıyan dediğime bakmayın. Tek bir harf bile taşımasa, “Bunları Alev Ebuzziya yapmıştır” dedirtecek kadar karakteristiktir eserleri. Abidin Dino “Alev, çanakları aracılığıyla kimsenin bilmediği, duymadığı, var olan ya da icat edilmesi gereken bir töreyi haber veriyor bize” diyordu: “Hem kuzum, söyler misiniz, bu çanaklara ne koymayı göze alıyorsunuz? Nar taneleri mi, zencefil mi, kuş sütü mü yoksa?” Bugün Paris’teki atölyesinde çalışıyor, Kopenhag Kraliyet Fabrikaları’nda tasarımcı görevini sürdürüyor.
Her zaman güncel: Gülsün Karamustafa
Türkiye çağdaş sanatının kurucu annelerinden biri. Gülsün Karamustafa ressam, hoca, devrimci, sinemacı ve çağdaş sanatçı. Daha 70’lerde yaptığı resimlerde bile hem geleneğin hem de popüler kültürün fena halde farkında bir ressam hemen kendini gösteriyordu. Hapishane günlerinde tanıdığı insanları da 80’lerin arabesk rüzgârını da ama en çok kadınları da işlerinde ele aldı. Türkiye’nin hem popüler hem sıradan kadınlarını resimledi. Üniversiteyi bıraktıktan sonra bir dönem sinemada sanat yönetmenliği yaptı, hatta Füruzan’la birlikte bir film de çekti: Benim Sinemalarım. Belki de böylece sanatta disiplinlerarası çalışmayı içtenlikle benimseyen Türkiye’nin ilk sanatçılarından biri oldu.
Gülsün Karamustafa, videoları (‘Erkek Ağlamaları’ unutulur mu), enstalasyonları (Önce Feshane’de yıllar sonra Salt Galata’da gördüğümüz o yorganlar...) ile Türkiye kadar dünyada da tanınan bir sanatçı. 80’lerden başlayarak uluslararası çağdaş sanat âleminin içinde yer alan, 90’larda artık ülkesinden çok farklı ülkelerde sergilere, bienallere katılan isimlerden biri oldu. Hiç tartışmasız 2000’lerde kendini gösterecek kalabalık bir sanatçı kuşağının öncü isimlerinden biri. Türkiye’nin yakın tarihine tanıklık etmiş, onun bir parçası olmuş ve her zaman ‘güncel’ kalmayı başarmış bir kadın sanatçı.
Benzersiz tuvaller: Canan Tolon
Ortalarda fazla görünmeden kendi resmini yapan ve hak ettiği değeri de gören sanatçılardan biri Canan Tolon. Tanınmış bir mimarın kızıydı ve babası gibi o da mimarlık eğitimi aldı. Amerika’da mimarlık bürolarında çalıştı bir süre. Kısa süre sonrakendisini tuvaller hazırlar, sergilere katılırken buldu. Çimlendirilmiş tuvaller, beden siluetlerinin göründüğü resimler, hazır malzemeler, soyut yüzeyler derken bugünkü resmini olgunlaştırdı.
Küçük tuvallerden büyük resimler oluşturdu. Tuval üzerinde soyut kentler, yapılar kurduğu resimlerini tuğla tuğla yan yana koyarak kurdu, yükseltti. Şimdi Türkiye’de ve başka ülkelerde sergiler açan, müze koleksiyonlarına giren, ülkenin en çok aranan ressamlarından biri. İnsanın içine işleyen tuvalleriyle resmin zaferinin simgelerinden biri. ABD’de yayımlanan saygın ‘Art&Auction’ dergisi Tolon’u, ‘önümüzdeki dönemde eserleri koleksiyonlarda yer almaya değer 50 ressam’arasında gösterdi.
Hep ciddi hep güzel: Neslihan Demir
Burak KURU
Spordaki en verimli yaşlarını süren Neslihan kariyeriyle, günün birinde bu ülkeye voleybolda olimpiyat madalyası getirecek sporculara ilham kaynağı...
Sporumuzun en kusursuz işleyen dişlisi dememizde beis olmayan voleybolu bu seviyeye getiren isimler arasında son dönemde Neslihan Demir’i sayabiliriz. Son dönemden kasıt, salonlarda mücadele etmeye başladığı 1995’ten bu yana geçen yıllar...
Oyunun her anında önemli bir hamle yapacakmışçasına ciddiyetli duruşu, ‘dosta güven, düşmana korku’ salan tavrı, bitirici vuruşları, karşılaması zor servisleri onun sahaya yansıyan sporcu özellikleri. Güzelliğiyse cennet vatandaki voleybol izleyicilerinin ardından bütün uluslararası turnuvalarda yabancı rejilerin, bununla beraber de yerküredeki tüm voleybolseverlerin dikkatini çeken ve onu magazin sayfalarına taşıyan özelliği.
Magazin sayfalarına zorla itildiği dönemde bile servislerindekinin aksine kibarlığını elden bırakmayan Neslihan Demir, yaşadığı sakatlıklardan hep daha güçlü şekilde geri dönmesini bildi. Kendisini “Eczacıbaşı Spor Kulübü ve Türk Milli Takımı’nda voleybolcu, başka da bir işe yaramaz” diye tanıtsa da o, sporumuz için çok daha fazlası. Bunun az bir şey olup olmadığını sorunca, “Bir Olimpiyat Madalyası kazansam fena olmazdı” diye cevap veriyor. Spordaki en verimli yaşlarını yaşayan Neslihan bu başarıya belki ulaşır, belki ulaşamaz. Ama kariyeriyle, günün birinde bu ülkeye voleybolda olimpiyat madalyası getirecek sporculara ilham kaynağı olacağı kesin.
Uçan parmaklar: Sabiha Rıfat Gürayman
İlklere imza atmak herkesin harcı değil ama bazılarında bir alışkanlık haline geliyor. 1910 doğumlu Sabiha Rıfat (Gürayman), 1927’de ilk defa kız öğrenci alan Yüksek Mühendis Mektebi’ne (şimdi İstanbul Teknik Üniversitesi) giren iki genç kızdan biriydi. Meraklı bakışlar altında sınıfları bir bir atlarken bir yandan da voleybola merak sardı. Yeteneği sayesinde 1928’de kurulan Fenerbahçe kadın voleybol takımına girmekte zorlanmadı; şanssızlığı rakip bulamayan takımın kapanmak zorunda kalmasıydı.
Ne var ki talih yüzüne hiç beklemediği bir yerden gülecek, spor tarihimizin eşsiz hikâyelerinden birine imza atmasına yol açacaktı. Fenerbahçe’nin erkek voleybol takımı bir kişi eksik kalınca, durumu engelleyen bir yönetmelik de olmadığından, bu takıma dahil edildi. 1929’da şampiyonluğa uzanan takımın kaptanlığını dahi üstlendi. Erkekler düzeyinde spor yapabilecek kadar güçlenmek için onların üç katı antrenman yapıyordu. Ama başardı. Dahası, o kadar iyi bir voleybolcuydu ki, ‘Uçan Parmaklar’ lakabına layık görüldü.
Mesleğinde de öncüydü Sabiha Rıfat. Türkiye’nin ilk kadın mühendisi olarak uzun yıllar çalıştı. Savaşlardan sonra yeniden imar edilen Anadolu’yu köy köy, kasaba kasaba dolaşarak, o güne dek kadınlara kapalı olan mesleğini icra etti. Dönemin en önemli projesi Anıtkabir’in inşaatında kontrol mühendisi olarak görev yaptı. ‘Uçan parmaklar’ değdiği her yeri şekillendiriyordu.
Güzel oyunun peşinde: Lale Orta
‘Kadınlar vardır, kadınlar her yerde...’ mottosunun ülke sathında en az karşılığını bulduğu bir alanın öncü isimlerden oldu. İlk kadın futbol takımımız Dostlukspor’un kalecisi ve kaptanıydı, sonrasında ‘güzel oyun’dan kopmadı, faal futbolculuk döneminin ardından teknik direktörlük diplomasını alarak bir ilke imza attı. Ama asıl uzun yürüyüşünü hakemlik parkurunda yaptı, ligin her kademesinde maç yönetti, Avrupa’nın FIFA kokartlı kadın hakemi olarak da tarihteki müstesna yerini aldı. Ayrıca “Dünyada ve Türkiye’de futbol organizasyonları üzerine analitik bir yaklaşım” teziyle, ilk kadın futbol doktoru unvanının da sahibidir.
2009’den bu yana bütün birikimlerini genç kuşaklara aktarmak üzere eğitim alanına dahil oldu. Halen Okan Üniversitesi Spor Bilimleri Bölümü Başkanı’dır. Tribünlerin en bilinen deyimlerinden biri “İyi ‘orta’ gol getirir”dir; Lale Orta ise futbolumuza kadın elinin değmesinin ne kadar hayırlı olduğunu göstermiştir... Ama asıl olarak ofsayt kuralını kadınların, birçok erkekten daha iyi bildiğini de kanıtlamıştır!
91 metrelik rekor: Şahika Ercümen
Suyla tanıştığında henüz 4 yaşında küçük bir çocuktu. Marmaris’te gittikleri kampta can simidini alarak yüzlerce metre uzaktaki Keçi Adası’na yüzmek istedi, ailesi izin vermedi. Verseydi belki de ilk rekorunu o zaman kıracaktı.
Yüzme öğrenmeden önce dalmayı öğrenen Şahika Ercümen, astım rahatsızlığını, denize olan tutkusu sayesinde yendi. 2001’de milli takıma seçildiğinde 13’ündeydi. Birçok Türkiye rekorunun sahibi oldu, ilk dünya rekorunuysa 2011’de Avusturya’da bir buz gölünün altında kırdı. Eski rekor kadınlarda 70 metre, erkeklerde ise 108 metreydi. Ancak o her iki rekoru da geçerek 2 dakika 20 saniyede buz altında 110 metre gitti.
10 Kasım 2011’de iki dünya rekoruna daha imza attı. Mısır’da Dünya Sualtı Federasyonu tarafından düzenlenen ‘Sabit ağırlık dikey dalış’ kategorisinde 70, ‘Sabit ağırlık paletsiz’ kategorisinde de 60 metreye inen dünyadaki tek kadın sporcu oldu. Rekorlarını Atatürk’e ithaf etse de, bu başarı o sırada Türkiye’yi derinden yaralayan Van Depremi nedeniyle pek yankı bulmadı. Ercümen, son iki rekorunu bu yaz Kaş’ta kırdı. Cumhuriyet’in 91’inci yıldönümü nedeniyle 91 metreye dalarak ‘paletsiz ve değişken ağırlık’ kategorisinde yeni bir rekor kırdı. Yine Kaş’ta iki gün içinde ‘paletsiz, ip destekli serbest dalış’ kategorisinde de 2 dakika 51 saniye nefesini tutarak 72 metreye daldı ve beşinci dünya rekorunu elde etti.
Yıllar önce tuttuğu nefesini hâlâ bırakmadı. 29 yıllık ömründe elde edilmesi güç başarılara imza atmayı sürdürüyor. Sıradaki rekorunu Çanakkale Savaşları’na ithaf etmeyi, 100’üncü yıldönümünde 100 metreye dalmayı planlıyor. Kariyerini en iyi anlatan ifadeyi ise yine kendi söylüyor: “Hayat benim için ilk nefes aldığımda değil, ilk nefesimi tuttuğumda başladı.”
Tek bildiği çalışmak: Işıl Alben
Türkiye’de yıllardır anlatılagelen, hedeflenen ancak hayata geçirilemeyen konuların başında, Ajax altyapısını taklit etmek, onun benzerini yapmak vardır. Tabii uygulandığını pek söyleyemeyiz. Bu meşhur ilham kaynağımız Ajax altyapısına ev sahipliği yapan tesisin girişinde ise şu ifade yer alır: “Çalışmak yeteneği yener. Eğer yetenek çalışmıyorsa.”
Bu sözden spora başladığı yıllarda haberdar mıydı bilemeyiz ancak Işıl Alben’in bunu hayat felsefesi edinmişçesine çalıştığına eminiz. Mücadeleyi hiç bırakmayan, formasının hakkını veren, kaybetse bile ‘son topa kadar’ çabalayan bu sporcunun, Galatasaray taraftarlarınca kulübün önemli yıldızları arasında sayılması boşa değil. Bu onu 2007-2014 arasında formasını terlettiği kulübüne defalarca kanıtladı.
Sadece Galatasaray ile de kalmadı. Milli forma altında, aynı mücadele, hırs ve ‘yeteneği alt eden bir çalışma’ örneği sergileyip bu kez bütün ülkeyi heyecanlandırdı. Milli formayı 116 kez giyerken, 2011’de FIBA Kadınlar Avrupa Şampiyonası ikinciliği, 2013’te de FIBA Kadınlar Avrupa Şampiyonası üçüncülüğünü elde eden kadroya kaptanlık yaptı. Tıpkı geçen sezon Eurolig Şampiyonu olan Galatasaray’a yaptığı gibi.
Işıl Alben, şimdi yurtdışında kâğıt üzerinde Türk sporunu ve basketbolunu, gönüllerde de ‘azmi’ temsil ediyor. Onun bu topraklarda yeşerttiği, ilham olarak bıraktığı çalışma isteği ise genç sporcular tarafından sahiplenilmeyi bekliyor.
Boyun eğmek yok: İpek Soylu
Tarifi yazması bile keyif veriyor: İpek Soylu, Grand Slam tenis turnuvalarında bir kategoride şampiyon olan ilk Türk sporcu. 2014 Amerika Açık Tenis Turnuvası’nda çift kızlar kategorisinde İsviçreli partneri Jil Belen Teichmann ile çıktığı final maçında tüm ülke nefesimizi tuttuk. Ve başardı... Türkiye’nin çok da parlak bir sicile sahip olmayan tenis tarihinde yepyeni bir sayfa açtı.
Amerika Açık, süregiden bir başarı öyküsünün son halkası. İpek, bugüne dek çıktığı ‘Junior’ turnuvalarında zaten ses getirmişti. Wimbledon’da, Amerika Açık ve Avustralya Açık’ta turlar geçmiş, ana tabloya kalmıştı. Hiçbiri tesadüf değil. Veteran tenisçi babası Sermet Soylu, onu daha altı yaşındayken tenise yönlendirdi. Ancak yaşadıkları Adana’daki imkânlar teniste zirveye çıkmaya yetmiyordu. İstanbul’daki ENKA’dan kendi bünyesinde tenis oynaması için teklif gelince aile, fedakârca bir karar aldı: Anne Serpil Soylu, İpek’le beraber İstanbul’a yerleşirken, baba Sermet Soylu Adana’da kaldı.
Değmiş bu fedakârlığa... Belli ki arkası da gelecek. Amerika Açık şampiyonluğunun ardından İpek’i uzun bir kariyer bekliyor. O, daha 18'inde, özgüveni yüksek, eğlenceli, pırıl pırıl bir genç kız... Maçları bırakmaması alametifarikası. Büyük turnuvalarda geriden gelip kazandığı maç sayısı epey fazla. Sloganı: “Boyun eğmek yok.” Boyun eğmiyor gerçekten de... Cumhuriyet kadınlarının bayrağı onda, yolu açık olsun...