Paylaş
Yakaladım ve çikolataya buladım!
Adını ilk duyduğumda, “Kim bu Cafe Fernando? Kimden söz ediyorsunuz?” dedim, “Aaaa sen tanımıyor musun?” dediler, “Çok meşhur bir yemek blogu yazarı. Takipçileri değil, resmen müritleri var. Ve tüm dünyadan. Çünkü blogunu İngilizce yazıyor, haberleri New York Times’ta, Washington Post’ta çıkıyor. Kendi alanında bir Elif Şafak...”
”Hadi len!” dedim.
Ama araştırınca fark ettim ki, gerçekten de dünyaca ünlü ve ödüllü bir yemek blogu yazarı.
İşte bu Cafe Fernando, öyle pastalar yapıyor ki...
Yanağını dayar uyursun!
İşte bu Cafe Fernando öyle bir kitap yazdı ki, yazımı tam dört yıl dört ayda tamamlandı.
Şu anda piyasada.
Bir yemek kitabından beklenmeyecek kadar çok ilgi görüyor.
Çünkü içinde sadece tarifler yok. Hikâyeler var. Adam ilginç bir adam. Bir kere çok iyi yazıyor ve işin sadece yemek tarifi yazmak ve yemek fotoğrafı çekmek olmadığını biliyor.
O size çok güzel hikâyeler anlatıyor.
O yüzden yemekle ilgisi olsun, olmasın herkes onu takip ediyor.
Sadece sevgilinize değil, kendinize de bu kitabı hediye edin.
Ve Cenk Sönmezsoy’un tariflerini uygulayın.
Pişman olmayacaksınız!
Hep ele geçirmek istediğim adamdın! Nihayet yakaladım! Blogun ‘Cafe Fernando’ efsane. Üstelik uluslararası bir efsane. Bir sürü yemek yazarının hayal bile edemeyeceği ödüllerin var. New York Times ve Washington Post’ta çıkmış haberlerin var. Times da, blogunu, dünyanın en iyi 10 blogundan biri seçti. Şimdi de yemek kitabı yazarı oldun...
-Evet! Ama aklımın ucundan bile geçmezdi. Bilkent İşletme mezunuyum. San Francisco’da master yaptım. Bir sürü işte çalıştım, havalı unvanlar, yüklü maaşlar ama sonunda her şeyi bırakıp, yemek blogu yazarı oldum. İşin tuhafı, bütün bu süreç içinde yemekle hiç alakam yoktu. Belki vardı da, benim haberim yoktu...
Nasıl yani?
-Ben hep yemeğe düşkündüm ama hiç yapmaya kalkışmamıştım. Çünkü her şey önüme geliyordu. Annem iyi yemek yapar. Babam de malzemeye çok düşkündü. İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna zeytin almaya giden bir adam. Anlayacağın, oldum olası yiyeceğin en iyisine alışıktım. Babam, annemin ayıkladığı taze ceviz içlerini incirin içine koyup, üzerinde bal gezdirip, televizyon izlerken “Hadi ye oğlum!” diye önüme koyardı. Ama Bilkent’i kazanıp Ankara’ya gidince hayatım değişti, çünkü yemek yiyebileceğimiz tek yer yurdun arkasındaki pideciydi. E her gün pide çekilmiyor! Mecburen telefonda annemden öğrendiğim tarifleri yapar oldum. O da bir yurt ortamında ne kadar olabilirse...
San Francisco’da mı daha çok yapmaya başladın...
-Tam tersine San Francisco’ya taşındıktan sonra yemek yapma maceram tamamen kesildi. Çünkü öğrenci bütçesiyle bile muhteşem şeyler yiyebileceğiniz bir şehir orası. En son kaldığım evin sokağında belki 20-30 restoran vardı. Hepsi de muhteşem ve çok ucuz. Orada hiç yemek pişirmedim. Benim derdim güzel bir şey yemek, yediğim sürece mutluyum. İlle de ben pişireceğim diye bir derdim yok.
Peki Türkiye’ye döndükten sonra...
-Annemin yemeklerine kavuşmuştum ama bu sefer de San Francisco’da alıştığım lezzetleri arar olmuştum. Mesela burada hâlâ çok iyi brownie yok. “Nasıl yapabilirim?” diye araştırmaya başladım. O dönem bir arkadaşım yemek blogu açmıştı, “Allah Allah ne bu?” falan diye girdim baktım. İnsanlar yemekler yapıyorlar, fotoğraflarını çekip paylaşıyorlar, başkaları altına yorumlar yazıyor, böyle acayip bir dünya. Sonra başka bir blog keşfettim ve inanılmaz etkilendim. İngiltere’de yaşayan Japon bir kız; adı Keiko. Onların kültüründe sunum zaten çok önemlidir. Estetik anlayışına hayran oldum. O kadar ki, özendim, kendi blogmu açmaya karar verdim. Sekiz senede de bu noktaya geldim.
‘Altın Kızlar’ın yeri başka
Ne ifade ediyor senin için yemek?
-Benim hayatta bir tek derdim var: “Bugün ne yiyeceğim?” Bu benim için tayin edici bir soru. Yediğim şey, yediğime değecek kadar güzel olmalı. En iyi brownie’yi yemek istiyorum. Onu elde edene kadar da hiçbir şey beni durduramaz!
Herkes bir yerlere okumaya gidiyor ama kimse senin gibi yemek yazarı, yemek blogger’ı olmuyor. Bu senin için şaşırtıcı olmadı mı?
-Olmaz mı? Önce kendi çevrem ilgi gösterdi, sonra tanımadığım çevreler, sonra iş büyüdü, büyüdü. Hayal bile edemeyeceğim şeyler olmaya başladı. Kahramanım dediğim Dorie Greenspan ve Nick Malgieri gibi yemek üstatları bloguma yorumlar bıraktı. İngilizce yazıyordum, birinci yılın sonunda istekler artınca Türkçe de yazmaya başladım. Nick Malgieri’nin yazısı sayesinde ilk defa bir tarifim Washington Post’ta yayımladı. Sonra da gerisi geldi.
Takıntılı ve mükemmeliyetçi olduğun için mi dört yıl dört ayda yazdın bu kitabı?
-Yazması kolay bir kitap değil, ondan vakit aldı. Bir de hamur işine girdiğiniz zaman, iş biraz zorlaşıyor. Mesela bir salata yaparsın, bir şeyi eksikse, koyarsın içine, tekrar tadına bakıp bir değişiklik daha yaparsın. Ama bir kekin harcını hazırlayıp, kalıba döküp fırına verdikten sonra, çıkana ve soğuyana kadar müdahale edemezsin. O yüzden o keki 20 kere yapmam gerekiyorsa yapıyorum. Ama bu mükemmeliyetçilik değil, işin doğası. Ben normalini yapıyorum, olması gerekeni. Belki sorun azla yetinenlerde! Yani benim çıtam yüksek değil, onlarınki düşük.
Sen nasıl bir kuş konduruyorsun da, dünyanın en önemli yemek dergileri, yemek yazarları seni takip ediyor? Sırrın ne?
-Mesele yemek yapıp, fotoğraf çekmek değil. Ben bir hikâye anlatıyorum. Benim, hayatında yumurta bile kırmamış, yemek yapmayı bilmeyen okurlarım var. Onlar da beni takip ediyor, çünkü anlattığım hikâyeleri seviyorlar.
Gerçekten de, her tarifinin üzerinde bir hikâye var. Bu sık rastlanan bir şey mi, senin icadın mı?
-Yurtdışı yemek kitaplarında var bu. Türkiye’deki yemek kitaplarıysa genellikle art arda konmuş tariflerden ibaret. Ben, okumaktan keyif alacağım kitabı yazdım.
Kitabın girişinde, kendini ‘miskin’ hatta ‘ruhsuz’ diye tanımlıyorsun. Gerekçesi ne?
-Gerekçesi yok. Yaradılışım böyle. Para kazanmak gibi bir derdim olmasa, beni eve bırak, buzluğu da çikolatalı dondurmayla doldur, elime de Altın Kızlar DVD’lerimi ver, başka hiçbir şey aramam. O koltuktan da kalkmam. 10 yıl sonrası için de hayalim bu, yerimden kalkmamak için bir düzenek kuracağım, koltuğun kenarındaki düğmeye bastıkça da, dondurmalar -14 derecede kucağıma düşecek. O kadar miskinim yani.
Ayıptır sorması, bu ‘Altın Kızlar’ takıntısı nereden geliyor?
-San Francisco’ya gittiğim ilk gün deli bir gündü. Tek başıma, üç bavulla yabancı bir ülkede buldum kendimi. Ev bulmam lazım, kimseyi tanımıyorum, yeni bir okula başlıyorum. Aksi gibi her şey de ters gitti o gün. Yolu kaybettim, ders kitapları sırtımda kilometrelerce yol yürüdüm, zar zor kendimi otele attım. Duş alıp, televizyonu açtığımda ‘Altın Kızlar’ oynuyordu. Televizyonda bile olsa, tanıdık birilerini görmek benim için ne kadar rahatlatıcı bir şeydi anlatamam. 113’üncü kez seyrediyor olsam bile her defasında kahkaha atıyorum.
Beni midem yönetiyor
‘Friends’ falan desen anlayacağım da...
-Aaa öyle deme! ‘Altın Kızlar’ı hiç İngilizce izledin mi? O zaman anlarsın değerini! Dublajda kim bilir neler kesiliyor. O kadar bağlıyım ki Altın Kızlar’a, Rose’un çocukluğundan beri yanından ayırmadığı oyuncak ayısı Fernando yüzünden blogumun adı ‘Cafe Fernando.’
Bu arada, blogdan para kazanabiliyor musun?
-Tek kuruş bile para kazanmıyorum.
Peki nasıl yaşıyorsun?
-Yemek fotoğrafçılığı ve yemek stilistliği yapıyorum. İyi para var bu işte ama ben sadece kitabımı yazabilecek kadar parayı kazanayım yeter.
Niye?
-(Gülüyor) Miskinim.
Yemek yaparken miskin değilsin ama...
-Hiç değilim! Bir reçel uğruna 60 kilo nar suyunu ellerimle sıkmışlığım var. 20 kilo da vişne ayıkladım. Hiç üşenmem. Yemek yaparken kendimden geçiyorum.
Hangisi daha çok heyecan veriyor: Yemeği yapmak mı, yemek mi?
-Tabii ki yemek. Yüzde 100.
‘Yeni seks’ yemek mi? Yemeğe ilgi gün geçtikçe artıyor...
-Bana çok normal geliyor. Hepimizin günde en az üç kere yaptığı bir şey.
Seni en heyecanlandıran pastan hangisi?
-Kitabın kapağına fotoğrafını bastığımız pasta. Adı da ‘Şeytan çikolata giyer!’ Yapması zor gözükse de aslında değil. Tamamen çikolatadan bir pasta. Herkes deneyebilir. Hatta denesin.
“Bir pasta yaptım, yanağını dayar uyursun!” Bu nasıl güzel bir cümledir...
-Ben de seviyorum. Çok yakın arkadaşım Ayşe’nin lafı. O kadar yer etmiş ki, pastaya uyarlayıp kitaba koymasam eksik kalırdım.
Yemekle arandaki aşk ilişkisi mi?
-Bunun cevabını bilmiyorum. Ama beni midemin yönettiğini biliyorum!
Harika tarifler var kitapta. Seninle aynı sonucu alabilmek için nelere dikkat etmek gerekiyor?
-Malzemelere, ölçülere ve ekipmana sadık kal! Bir de iyi malzemenin peşinde koş. Bir pasta, ancak kullandığın çikolata kadar güzel olabilir. İstediğin kadar teknik bil, kötü kalitede çikolata kullanıyorsan hiçbir yere varamazsın. O yüzden malzeme her şeyden önce gelir.
Peki mutfaktaki temel ilkeler ne? Nelere uymamız lazım iyi yemek yapabilmek için?
-Fırınını tanı. Tarifleri gözünde canlandırarak oku ve ön hazırlık yap. Duyularına güven. Tariflerin gözünü korkutmasına izin verme ve asla yılma. Yazdıklarıma sadık kalarak tarifleri uygularsan benimle aynı sonucu alacaksın!
“Ben bugün ne yiyorum?”
Çikolata ne ifade ediyor senin için?
- Çikolatanın, ağzımızın içinde eritilsin diye yaratıldığına inanıyorum ben. Ve eridiğinde şehvete dönüşüyor. Çikolata, tariflerde kullanmaya doyamadığım, benim için eğip bükmesi, formlara sokması çok eğlenceli bir malzeme.
Yaptığın kurabiye, brownie, kek, muffin, cheesecake ve pastalarla tavlayamayacağın insan var mı?
-İnsanları tavlamak için hiçbir zaman yemeğe ihtiyacım olmadı.
İyi bir şey değil midir insanın sevgilisine güzel yemekler hazırlaması?
-Elbette ama benim motivasyonum insanları doyurmak, mutlu etmek olmadı hiçbir zaman. Belki de benim bir aşçıdan farkım bu: Yemeği önce kendim için yapıyorum. Başkaları için değil. Öncelikli soru şu: “Ben bugün ne yiyorum?”
Sen bir aşçı, bir şef gibi bu konuda eğitim almadın, kendini yetersiz hissediyor musun?
-Yooo. Aşçı ya da şef olmak istemiyorum ki! Bir restoranım, kafem yok. Öyle hayallerim de yok.
Niye yok?
-O başka bir kafa. O işi iyi yapacaklarda, önüne geçemeyecekleri bir doyurma, mutlu etme hissi olmalı. O da bende yok.
Küçük bir Cafe Fernando’n olsa...
-Aman almayayım! Bir de tek başıma çalışmaktan keyif alıyorum. Takım çalışmasını sevmem.
Peki nasıl ilerlemek istiyorsun?
-Bana kalsa hayat boyu yemek kitabı yazarım. Yazmak istediğim beş kitap var. Fakat bunun mümkün olabilmesi için kaynak yaratabilmem lazım. O yüzden yemek fotoğrafçılığı yapıyorum. Her gün yapsam çok rahat bir hayatım olur. Ama her gün yapılacak bir iş değil. Ve hakikaten fazlasını istemiyorum, senede bir kere San Francisco’ya gidebileyim, gittiğimde de canımın istediği kadar para harcayayım. Onun haricinde, “Şu arabayı alayım, şu kadar evim olsun!” gibi hayallerim yok, hiç olmadı.
Bu kadar meşhursun ve herkes tariflerine bayılıyor, biri sana sponsor olsa...
-Kabul etmem ki. Ben dört yıl uğraşacağım kitap yazacağım, ilk sayfasını açacaksın, onların logosuyla karşılaşacaksın. Bu beni üzer.
Kitabın tariflerinden tasarımına ve fotoğraflarına kadar her şey sana ait. Bu nasıl bir manyaklıktır? Başkasına bırakamamak mı?
-Yok, başkasını kıramamak! Tasarımı birine teslim etsem, “Şurası böyle olsun, şurası şöyle olsun!” diyeceğim ve insanları kıracağım. Başkalarının hayatını karartmaktansa, oturup kendim yapmayı tercih ediyorum.
Fotoğraf: Fethi KARADUMAN
Paylaş