Amerika’nın ‘Arka Sokaklar’ında neler oluyor?

Güncelleme Tarihi:

Amerika’nın ‘Arka Sokaklar’ında neler oluyor
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 03, 2014 01:25

Uyuşturucu kartellerine karşı başarıyla mücadele eden bir narkotik timinin yaşadıklarını anlatan ‘Sabotaj’da Arnold Schwarzenegger 67 yaşının baharında da aksiyona soyunuyor.

Haberin Devamı

Kaliforniya Valisi olduğu dönemde “Gençler, aranızda olmak isterdim” şeklinde bir tweet atmış mıdır, bilemem ama görünen o ki Arnold Schwarzenegger sinemaya çok özlemiş! Baksanıza, namı diğer ‘Arnie’ politikayı bıraktıktan sonra hemen hemen soluğu sinemada aldı. ‘The Expendables’ gibi ‘Ustalara Saygı’ kuşağından bir seriyi bir tarafa bırakırsak bu hafta gösterime giren ‘Sabotaj’ (‘Sabotage’), ‘The Last Stand’ ve ‘Escape Plan’la birlikte ‘Ex-Conan’ın arka arkaya çevirdiği üçüncü film… David Ayer imzasını taşıyan ‘Sabotaj’, ‘Arnie’yi karşımıza başarılı bir narkotik ekibinin deneyimli şefi olarak getiriyor.
Önce kısaca öykü diyelim: Uyuşturucu kartellerine karşı öldürücü darbeyi vuran John ‘Breacher’ Wharton ve timi, katıldıkları son operasyonda 10 milyon doları ‘gizlice’ bir kenara, kendileri için saklarlar! Lakin ‘Merkez’ durumu fark eder ama ortaya çıkaracak delillerden yoksundur. İşin kötüsü saklanan para da çalınmıştır. Ekip, altı ay görevden el çektirilirken 10 milyon dolara kimin el koyduğu da bir muammadır… Soruşturmayı atlatan Wharton ve timi, tekrar görev başına dönerken ekip elemanları sır cinayetlere kurban gitmeye başlar…
David Ayer, ‘Harsh Times’ ve ‘End of Watch’ gibi yapımların yönetmeni olarak bilinse de asıl ününü Denzel Washington’a ‘En iyi erkek oyuncu’ ödülünü kazandıran ‘Training Day’ filminin yazarı olarak yaptı. ‘Sabotaj’, Ayer’in sinemasal geçmişinde gezindiği dünyalara yakın bir duran bir çalışma. Yine maço söylemlerin ağır bastığı erkek dünyaları, yine ahlaki çöküntünün içindeki polisler ve yine bütün bu öyküleri anlatırken kullanılan hızlı, temposu yüksek, yer yer kimi sinemasal oyunlara imkân sağlayan teknik kalitesi yüksek bir görsel anlatım… Ayer kendi yolunda ilerlerken belki şu yenilikleri değil ama eklemeleri yapmış: Wharton’ın eski bir operasyon dolayısıyla eşini ve çocuğunu kaybetmesi ve intikam duygusuyla donanması ‘Sabotaj’ı Clint Eastowood’dan Charles Bronson’a uzanan ‘Kendi adaletini kendin sağla’ filmleri kulvarına sokuyor. Bir de işlenen cinayetlerdeki şiddet görüntüleri ve kanlı kareler, Amerikalı bazı eleştirmenlerin de altını çizdiği gibi akla Eli Roth filmlerini getiriyor (ki bu bence çok da iyi bir referans değil)… Ayrıca intikam meselesi üzerinden alttan alta bir ‘Western geleneği’ okuması da yapılabilir ama bunun da genel toplama özel bir katkısı olduğu söylenemez.

Haberin Devamı

Agatha Christie’ye selam olsun!

Haberin Devamı

Oyunculuklara gelince: Kuşkusuz öyküde gözler artık 67 yaşında olan Schwarnezegger’in üzerinde. Özellikle 80’ler boyunca Hollywood’un aksiyonel işlerini dönemdaşı Sylvester Stallone’yle üstlenen Avusturya kökenli oyuncu, cüssesinden bir şey kaybetmemiş bir vaziyette arzı endam etmeye çalışsa da biz seyirci koltuğumuzda sanki ona ‘Kendisine yeni uğraş alanları arayan emekli’ konumunda yaklaşıyoruz gibi durum var ortada. Sözün özü mesela Eastwood’a ‘Unforgiven’da ‘Nedamet’ getirmiş kovboy karakteri otururken Arnie için aynı şey söz konusu değil gibi… Ama bu bir hissiyat, yoksa hâlâ dövüş ve araba takip sahnelerinde ‘Terminator’den ‘True Lies’a esintiler sunmayı sürdürüyor.
‘Breacher’ın ekibinde yer alan topluluk içinde ise James ‘Monster’ Murray ve Julius ‘Sugar’ Edmonds karakterlerindeki Sam Worthinton ve Terrence Howard, topluluğun sinema seyircisi için en tanınan isimleri. Ayer, Skip Woods’la kaleme aldığı senaryoda bu karakterlere, tıpkı diğer ekip üyeleri gibi belli oranda derinlik katmayı bilmiş. Ekibin tek kadın üyesi Lizzy rolünde Mireille Enos (‘The Killing’ dizisiyle tanınıyormuş), Joe ‘Grinder’ Phillips’te Joe Mangoniello, (ki o da ‘True Blood’ dizisiyle şöhrete kavuşmuş), Eddie ‘Neck’ Jordan’da Josn Holloway, Bryce ‘Tripod’ McNeely’de Kevin Vance ve Tom ‘Pyro’ Roberts’da Max Martini öykünün diğer ara karakterlerine hayat veriyor. ‘The Postman’dan ‘Altıncı His’se birçok filmden aşina olduğumuz İngiliz Olivia Williams da kadın dedektif Brentwood’da hoş bir rüzgâr estiriyor…
Öyküdeki hafif gizemle hafiften Agatha Christie’vari bir tat da veren ‘Sabotaj’, ‘Ehh işte, fena değil’ kategorisinden sineye çekilecek bir aksiyon olmuş. ‘İzle, geç’ türü yapımlara ilgi duyanlar için diyelim!..

**

Gol sesi çıkmıyor!..

Haberin Devamı

Tam da eşik atlamanın ve yeni bir geleceğe uzanmanın arefesinde yakalar kader Necip’i… Sert bir müdahale sadece başarılı futbol kariyerini bitirmez, onu akıp giden zamanın sessiz tanığına dönüştürür. Vücudunun tamamı felç olan genç, yakışıklı, delifişek Necip, artık başkalarının yardımıyla hayatını sürdürecektir…
Ahmet Küçükkayalı senaryosunu da kaleme aldığı ‘Bensiz’de, bir tür geçmiş günahlarıyla felç olduktan sonra hesaplaşma durumunda kalan bencil bir gencin yaşadığı bir günü aktarıyor. Film ara ara ilginç duraklara sapıyor, yer yer kayda değer gözlemler aktarıyor ama genel olarak etkileyici bir toplama ulaşamıyor. Necip türü karakterlerle ilk sahnelerde karşılaştığımız tüm filmler, bilinçaltı refleksi olsa gerek aklımıza hemen Javier Bardem’li ‘İçimdeki Deniz’i (‘Mar adentro) getiriyor. Lakin Küçükkayalı ‘Bensiz’de ana karakter üzerine odaklanmak yerine etrafındakiler üzerinden de okumalara gitmeye çabalamış ve yer yer ‘Burjuvazi’nin ikiyüzlülüğüne ve yüzeyselliğine dokundurmuş. Lakin mesela Necip’in aşk trafiği ve intikam histerisi içindeki kadınlar meselesi bir noktadan sonra yapıştırma gibi duruyor. Öykünün bir yerinde ortaya çıkan ‘Hırsız’ esprisi de parantez kapanırken anlam kazanıyor ve bence sempatik durmuş. Necip’in yeğeni üzerinde ‘Ergen okumaları’nın bir kısmı başarılı, bir kısmı da fazla klişe… Filmin sinopsisinde yaşananların Necip’in hastane sonraki evindeki ilk gününde gerçekleştiği yazıyor ama karşımıza gelen öyküye daha önce yaşanmışlık hâkim, çünkü böylesi bir ilk günde bu kadar kayıtsızlık sınıfsal bir refleksin ötesinde mantık kurallarını zorlar…
Bir de takım ismi zikredilmeden Galatasaray-Fenerbahçe göndermeleri de filmi taraflı bir konuma sokmuş, ben olsam farklı forma renklerini tercih ederdim…
Oyunculuklara gelince Necip rolündeki Metin Akdülger gayet başarılı, ben kısa hacimli diğer roller içinde de Levent Can’ı beğendim…
Sonuç olarak ‘Bensiz’de yer yer saman alevi gibi parlayan ataklar var ama gol kaydına muvaffak olunamıyor!..

**

İki tutunamayan…

Haberin Devamı

II. Dünya Savaşı gazilerinden Jimmy Picard, savaş sonrası bir türlü çözemediği şiddetli baş ağrıları, ani görme ve işitme kayıplarından mustariptir. Tedavi için Kansas-Topeka’da ülkedeki en iyi kliniklerden birine yatar. Doktorlar şizofreniden kuşkulansa da tam bir tanı koymakta zorlanırlar. Çözümü aslen bir yerli olan Picard’ı (‘Karaayak’ kabilesi mensubudur) Fransız bir antropolog, psikolog ve Yerli Amerikan Kültürü Uzmanı George Devereux’a yönlendirmekte bulurlar…
Fransız yönetmen Arnaud Desplechin’in yönettiği ‘Düş ve Gerçek’ (‘Jimmy P.’), Georges Devereux’un alanında çığır açmış psikanaliz çalışması ‘Reality and Dream: Psychotherapy Of A Plains Indian’dan sinemaya uyarlanmış. Film çatısını, aslında kendisi de bir Rumen yahudisi olan (gerçek ismi Gyorgy Dobo ve doğduğu Lugos, artık Macaristan toprakları dahilinde) Devereux’un da Amerika’daki ‘yabancılığı’ üzerinden bir anlamda ‘İki tutunamayanın dostluğu’ üzerine inşa ediyor. Film biraz geveze ama diyaloglar çok da rahatsız etmiyor. Psikolojik konuyarı şova dönüştüren zamane yapımlarının yanında ‘Düş ve Gerçcek’ serinkanlı duruşuyla takdiri hak ediyor. Filmin asıl övgüye değer yanı ise Benicio Del Toro’nun performansı.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!