Paylaş
Tayyip Erdoğan'ın ‘‘İstanbul vizesi’’ni yeniden gündeme getirmesi, bana eski devirlerin yurtiçi pasaportu olan ‘‘mürur tezkeresi’’ni hatırlattı. İşte, İstanbul'a göçün, hatta ziyaret için gidiş gelişlerin bile çok sıkı kontrol altında olduğu günlerden kalma birkaç belge...
Tayyip Erdoğan İstanbul'a gelecek olanlara vize uygulanması konusunu yeniden tartışmaya açtı. Başkan'ın ‘‘Anadolu'dan gelecek olanlar nakil ilmühaberi almalı, 'Nereye ve niçin gidiyorsun? Gittiğin yerde işin, evin var mı?' diye sorulmalı, belgeleyemeyenler İstanbul'a sokulmamalı’’ demesi bana İstanbul'da asılar önce uygulanan 'mürur tezkereleri'ni hatırlattı.
Memleket içinde seyahat etmenin izne bağlı olduğu eski devirlerde, bir vilâyetten diğerine gidecek olanlar ‘‘mürur tezkeresi’’ yani yurtiçi pasaport almadan yola çıkamazlardı. Uygulamanın maksadı iç göçü, özellikle de İstanbul'un nüfusunun artmasını önlemekti. Denetimler 18. yüzyılın sonlarına kadar sıkı bir şekilde uygulanmış, uygulama daha sonraları biraz gevşemiş ama ‘‘mürur tezkereleri’’ 1908 Meşrutiyet'ine kadar yürürlükte kalmıştı. Tezkeresiz seyahate kalkışanlar daha kendi şehirlerinin sınırına geldikleri anda geri yollanırlar, bir yolunu bulup başka bir şehre gidebilmeleri halindeyse dönmeleri neredeyse imkânsız olurdu. İstanbul'un idarecileri göçün önlenmesi için o kadar sıkı bir kontrol uygulamışlardı ki, sadece izinsiz gelenlerin değil, şehirden izinli olarak ayrılanların dönmesine bile engel olunmuş, bu kişiler İstanbul'daki evlerine dışarıda aylarca bekledikten sonra, ancak padişahtan gelen emirlerle kavuşabilmişlerdi.
Yan tarafta gördüğünüz 3. Mustafa zamanından kalma belgeler, şimdi Osmanlı arşivlerinde bulunan bu konudaki ‘‘irade’’lerden yani padişah emirlerinden sadece birkaçı...
Okuyun, o zamanların şarkılara, şiirlere vehatta masallara kadar girmiş olan ‘‘güzel’’ İstanbul'unu bir hayal edin ve vize konusunu gündeme getiren Tayyip Erdoğan'ın haklı olup olmadığına ondan sonra karar verin.
Bu da işgal İstanbul'u vizesi
Osmanlı'nın İstanbul'a uyguladığı vize 1908 Meşrutiyet'iyle kalkmıştı ama 1920'nin 18 Mart'ında çöken kâbuslu işgal günlerinde aynı vize yeniden geldi. Vizeyi artık saray yahut eski zamanların bir çeşit emniyet müdürü olan ‘‘subaşı’’ değil, Osmanlı başşehrini işgal etmiş olan İtilâf Devletleri'nin temsilcileri veriyordu.
İşte, bu vizelerin boş bir örneği: Altında İngiltere, Fransa ve İtalya'nın İstanbul'daki işgal kuvvetleri temsilcilerinin imzaları var.
Boş yerlere kendi başkentine gelmek isteyen Türk vatandaşının ismi yazılacak, İstanbul'da kaç gün kalacağı kaydedilip tarih atılacak ve mühürlenecek. Vize formunun nerede basıldığı belli değil ama ilginç yanı baştan sona imlâ hatasıyla dolu olması...
Hamama giderken bile vize sorulurdu
İstanbul'a asırlar boyunca uygulanan göç yasağı o derece şiddetliydi ve o kadar sıkı bir şekilde takip edilirdi ki, şehirden taşraya birkaç günlüğüne olsun gidenlerin geri dönebilmeleri bile ayrı bir izne bağlıydı. İşte, bizzat padişah tarafından verilen bu izinlerden birkaç örnek:
‘‘Edirne mollasına, bostancıbaşısına ve Edirne'yle İstanbul arasındaki kadılara, kethüdalara ve yeniçeri zabitlerine emirdir:
Köstendil sancağının Doblice kazasında yaşayan Ali adındaki kişi çocuksuz olarak ölmüş, mirası İstanbul sakinlerinden Halil'in annesi Ayşe'ye kalmış ve Ayşe vâris olduğunu ispatlayıp Ali'nin mallarıyla eşyalarını alıp satmak için iki adamıyla beraber Doblice'ye gitmişti. Oğlu Halil, saadetlerle dolu kapıma müracaat ederek annesinin dönüşte Edirne'ye vardığı sırada İstanbul'a yollanmadığını bildirip şehre girebilmesi için izin vermemi istedi. Yapılan soruşturmada Halil'in annesi Ayşe'nin İstanbul'un Mesihpaşa semti sakinlerinden olduğu, altı ay önce sözü edilen miras işi için iki adamıyla beraber Rumeli'nin Dobrice kazasına gittiği, sonra yeniden İstanbul'a dönmek istediği anlaşıldı. Mahalle imamı Hacı Osman oğlu Hafız Ahmed Efendi, müezzin Ali oğlu Hasan Çelebi, mahalle sakinlerinden Seyyid Cemaleddin oğlu Seyyid Mehmed Ağa, Ali oğlu Mahmud Çelebi ve Ali oğlu Mustafa da aynı şekilde bilgi verdiler. İstanbul Mahkemesi'nden Mehmed'in de bu konuda verdiği bir karar bulunmaktadır. Bu emir, bu yolda hareket etmeniz için yazıldı. Temmuz 1743’’.
‘‘Kocaeli yöneticilerine, İznik kadılarına, yeniçeri kumandanlarına ve iskele sorumlularına emirdir:
İstanbul'da Azaplar mahallesi sakinlerinden Mehmed isimli kişi gelip annesi Ayşe'yle karısı Fatma'nın Allah'ın emriyle bir hastalığa uğradıklarını ve Kocaeli'deki ‘‘Dağ Hamamı’’ denilen yere gidip gelmek için benden izin aldıkları halde dönüşleri sırasında İzmit'te durdurulduklarını söyledi. Mehmed'in İstanbul'da Azaplar civarında Elvanz*ade mahallesi sakinlerinden olan annesi Mustafa kızı Ayşe'yle karısı Mehmed kızı Fatma hakkında yapılan tahkikatta, bundan dört ay önce hamama gittikleri ve mahallelerine dönmek istedikleri anlaşıldı. Müezzin Abdullah Halife ile mahalle sakinlerinden hamamcı Hasan oğlu Mahmud Ağa, Hüseyin oğlu bakkal Hacı Mustafa, Mehmed oğlu hasırcı Mehmed Çelebi, Hacı Mustafa ve Osman oğlu turşucu Hasan Beşe de bu şekilde ifade verdiler. İstanbul Mahkemesi'nden Abdullah da bir karar çıkarttı ve bu emir, sözkonusu karar uyarınca İstanbul'a dönmelerine engel olunmaması için yazıldı. Aralık 1750’’ (İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin yayınladığı ‘‘Ahkâm Defterleri’’nden).
Hani korumacıydınız? Bütün bu projeleri sizler çizmediniz mi?
Mimarlar Odası geçen hafta bir bildiri yayınlayıp benim ‘‘yağmacı çıkar çevreleri lehine faaliyet göstererek korumacıların yıpranmasına ve korumacılığın çökertilmesine hizmette bulunduğumu’’ iddia etmez mi? İstanbul'u bu hale getirdikten sonra oturup komplo teorileri üretmeye başlayan bu ‘‘Oda’’ya şimdi birkaç sorum var...
Mimarlar Odası'nın İstanbul Büyükkent Şubesi hafta içinde bir bildiri yayınladı ve bazı gazeteleri ‘‘korumacılığın çökertilmesine hizmet etmekle’’ suçladı. İddia buyurduklarına göre ‘‘haksız çıkar çevreleri’’ Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulları'ndaki ‘‘korumacı’’ üyeleri tasfiyeye çalışıyor, basındaki bazı kişiler de bu çıkar çevreleri lehine faaliyet gösterip korumacıları yıpratıyorlardı.
Bildiride gerçi isim zikredilmiyordu ama nasibini alanlar arasında bendenizin de bulunduğu, cümle aralarındaki atıflardan anlaşılmadaydı. İltifatlarına nail olmamın sebebi, Prof. Dr. Afife Batur'la ilgili olarak geçen hafta yazdıklarımdı. Prof. Batur, İstanbul Büyükkent Şubesi'nin yönetim kurulu başkanıydı, bir süre öncesine kadar da İstanbul 3. numaralı koruma kurulunun üyesi... Kurulun Afife Hanım'la kızına ait bazı projeleri tasdik etmesini eleştirmiş, ‘‘kendi projelerinizi kurullarınızdan geçiremezsiniz’’ demiştim ve bu iş Mimarlar Odası'na göre ‘‘çıkar gruplarının odaya yönelik dolaylı bir saldırısı’’ydı.
Prof. Batur'un projeleri konusunu şimdilik bir tarafa bırakıyorum. Ama beni ‘‘içerikten yoksun kişisel ithamlarda bulunup çıkar çevrelerinin âleti olmakla’’ suçlayan Mimarlar Odası'na birkaç sorum var:
Yenikapı Mevlevihanesi gibi İstanbul'un en eski kültür merkezlerinden biri talan edilip ateşe verilirken, Saray'ın ayrılmaz parçaları bir yerlere tahsis edilirken nerelerdeydiniz? Yüzlerce senelik yapıların bir gecede ortadan kaldırıldığı, camilerin mihrap çinilerinin bile çalındığı, yerlerinden sökülemeyenlerin ise azgın bir hırsla parçalandığı sıralarda ağzınızı neden açmadınız? ‘‘İstanbul’’ sizler için sadece Frenk mimarların eserlerinden mi ibaret? Çöken Topkapı, çürüyen Dolmabahçe, yanıp kül olan dört asırlık Kadirihane, temel çukuruna yahut limon deposuna döndürülen sarnıçlar ve daha niceleri İstanbul değil mi? Oralardan söz ettiğiniz takdirde ‘‘çıkar grupları’’ ve ‘‘rantiyeler’’ gibisinden cafcaflı sloganları kullanma imkânı bulamayacağınız için mi bu konularda konuşmadınız?
Şunu sakın unutmayın: ‘‘Kültür ve doğa korumacılığını çökertmek istemekle’’ suçlayamayacağınız birkaç kişi kaldıysa, onlardan biri de -kusura bakmayın ama- bendenizim ve gazete okumayı bilen odanız dışındaki hemen herkesin buna tanıklık edeceğine eminim.
Artık komplo teorileri imaline bir an için ara verin, şehre hâkim tepelerden birine çıkın ve İstanbul'un siluetini seyredin! Güzelim şehri bu hale çıkar çevrelerinden, rantçılardan ve müteahhitlerden önce üyelerinizin, yani bizzat kendinizin getirdiğini farkedersiniz.
İstanbul'un göbeğindeki utanç ve çirkinlik anıtı Gökkafes'in, akıbeti hâlâ belli olmayan Parkotel'in, görünüşleri ve renkleri iç bulandıran binaların, on binlerce çatısız yapının ve daha nice zevksizlik mahsulünün projelerini çizenler mahallenin bakkalı, kasabı, manavı yahut ‘‘rant çevreleri’’ değil, üyelerinizdir. Projelerin hemen tamamı odanız tarafından vize edilmiştir ve kullanmaya asla hakkınızın bulunmadığı üç kavram varsa, o da ‘‘şehircilik bilimi’’, ‘‘planlama’’ ve ‘‘estetik’’tir.
Şimdi, yapacağınız birkaç ufak iş kaldı: İstanbul'dan özür dileyip samimi bir günah çıkartmak ve ‘‘korumacılık’’ oyununu ancak ondan sonra oynamak... Bir de zahmet olmazsa Taşbükü 7 pafta 1148 parsel, Muğla Keçibükü 1 pafta 8 parsel, yine Muğla 20 pafta 336 ada 14 parsel ve Gökova Enişdibi 3 pafta 1843 parsel gibi sit alanları üzerine proje hazırlayanların kimler olduğunu açıklayıvermek!..
Paylaş