Islama ekmek dilimleri arasına sıkışmış bir tutam mutluluk

Lüks bir hayatın kısır döngüsünden çıkamayanlar bazen çok önemli şeyleri kaçırıyorlar. Bunun bir tanığı da benim. Ama hikâyeyi anlatmadan önce gerçek hayatı ıskalayanlardan bir kesimi size takdim etmem gerektiğini düşünüyorum.Ankara ile İstanbul arasında sürekli havayolunu kullanan bir topluluk var. Nereden biliyorsun derseniz, onlarla sık sık uçaklarda karşılaşıyorum. Yaz kış ceketli, kravatlı adamlar. Ellerinde birer çanta, asık suratlarla seyahat edip duruyorlar. İçlerinden bir kısmı ille de uçağın ön tarafında yer istiyor. Hatta istemek ne kelime, bunun için kontuarda yer veren kızlara neredeyse yalvaranlarına bile rastladım. Bu hatta özel sınıf yok. Devlet büyükleri yer bulamaz endişesiyle böyle bir ayrıcalıklı sınıf yıllar önce iptal edilmiş. Ciddi suratlı kerameti kendinden menkul önemli kişiler, insan sarrafı memurların insafına terk edilmiş. Onlar da isimlerinin büyüsüne sığınmışlar. Eğer büyü işlemezse, yalvarıp yakarmaya başlıyorlar. Perdenin öte yanına düşmek en büyük kâbusları besbelli. Aynı uçağı paylaştıkları ama kendilerinden saymadıkları insanlarla bir arada yolculuk yapmak onları korkutuyor olmalı. Ciddiyetlerine gölge düşmesinden endişeliler. Yanlış değerlendirilmek onlarda adeta bir karabasana dönüşmekte. Uçağın ön sıralarında şampanya niyetine sunulan köpüklü şarabı istiyorlar. Köpüklü şarap başlarını döndürüyor. Diğer uçak yolcularının kendileri kadar kibirli olmayanları ile birlikte bulutların üzerinde gidip geliyorlar boyuna. Aşağıdaki hayattan kopuklar. Dünyaya tepeden bakıyorlar. Yeryüzündeki hemcinslerine dudak büküyorlar. Giderek onları yok sayıyorlar. Steril bir dünyada mutluluğu yakalamaya çalışıyorlar. Mutluluğun ne olduğunu araştırmaya bile gerek görmeden yaşamlarında hiç bilmedikleri bir şeyi elde edebileceklerini sanıyorlar. Yolculuğun da başlıbaşına bir keyif olabileceği akıllarına bile gelmiyor. Bildikleri tek şey, yeryüzünde kendilerine hazineler biriktirmek. Hiç tüketemeyecekleri mallara sahip olmak. Belki de yalnızca sahip olmak. Varolmak ise onlara çok yabancı bir kavram.Ben bu konuda çok küçük yaşlarda uyarıldığım için kendimi hep şanslı saydım. Belki de onlar gibi sonsuz hazinelere hiçbir zaman sahip olamayacağım için sadece olmak fiiline sığındım. Dünya üzerindeki konukluğumu bir başka biçimde değerlendirdim. Mutluluğu ‘‘sahip olmak’’ta değil, ‘‘olmak’’ta aradım. İnsanların tümüyle barışık kaldım. Onların kendi küçük dünyalarına girmeye çalıştım. Mutluluğu, paylaşmakta buldum. Uzun sayılabilecek bir ömrü geriye dönüp değerlendirdiğimde iyi yaşadığımı fark ettim. Mutluluğu daha küçük ölçeklerde yakalamaya çalıştım. Galiba bunu bir ölçüde başardım. Bu da bana fazlasıyla yeterli göründü.Kendime hiçbir büyüklük atfetmediğim için dün Ankara'dan İstanbul'a uçakla dönmekten yol ortasında vazgeçtim. Bir arkadaşımın arabasında dört buçuk saat keyifli bir yolculuk yaptım. Yol arkadaşlığının tadını çıkarttım. Bir de Adapazarı'ndan geçerken bir tabak ıslama köfte yedim. Bu hikâyenin tamamı da ıslama ekmek dilimleri arasına sıkışmış yarım düzine köfteden ibaret görünüşte. Ama anlatılacaklar sadece ıslatılmış bayat ekmek dilimleri ve köftelerden ibaret sanıyorsanız, yanıldığınızı peşinen söylemek zorundayım.ADAPAZARI'NIN İLK KÖFTECİSİAnkara'dan yola çıktığımızda vakit öğle saatini çoktan geçmişti. Arabada üç kişiydik ve üçümüz de öğle yemeğini atlamıştık. Hatta ön koltukta oturan genç hanım sabah kahvaltısını bile yapmadığını söyledi. Kenti büsbütün terk etmeden ona ekmek arasına sıkışmış bir Amerikan köftesi ısmarladık. Bu cömertlik karşısında o da bize kızarmış patateslerini ikram etti. Hatta birer de ayran tutuşturdu elimize. Arabayı kullanan genç adam ayranı kibarca reddetti. Patates kızartmalarına da fazla ilgi göstermedi.Yolculuğun keyfini yol üzerinde bir masa çevresinde pekiştirmeye karar verdik. Ben Bolu'da durmayı önerdim. Cevizli ve keşli erişte yemeyi düşlüyordum. Galiba biraz fazla düşler dünyasına düşmüş olmalıyım ki, uyandığımda Bolu'yu geçtiğimizi fark ettim. Olan olmuştu ve geriye dönüşün imkânsız sayılacağı bir noktayı çoktan aşmıştık.‘‘O zaman Adapazarı'nda durup bir ıslama köfte yiyelim’’ dedim. Herkes öneriyi onayladı. Zamanı gelince otoyoldan ayrılıp Adapazarı'na girdik. Kasaba irisi kente girmesine girdik de, ıslama köfteyi nerede yiyeceğimize bir türlü karar veremedik. Aklıma bunu hileli bir soruyla öğrenmek geldi. Küçük ve temiz bir pastanenin önünde durduk. İçeride yerleri süpüren küçük kıza buranın meşhur köftecisinin yerini sordum, hiç ad vermeden, ‘‘Mustafa Usta'nın dükkânını arıyor olmalısınız’’ dedi bütün saflığıyla. Yerini de bir güzel tarif etti.1912 yılında daha da küçük bir yer olan Adapazarı'ndaki ilk ıslama köfteci dükkânını açmış Mustafa Usta'nın yağlı boyaları hâlâ parlayan dükkânına girdik. Elimizi yüzümüzü zeytinyağlı sabunla yıkayıp sofraya oturduk. Birer ıslama köfte söyledik. Yağlı ve kırmızı biberli et suyunda ıslatılmış bolca sıcak bayat ekmek dilimleri arasına sıkışmış yarım düzine kadar köfteyi koydular önümüze. Yanında da yıkanmış ve dilimlenmiş tarla domatesleri ve acı süs biberleriyle dolu bir tabak getirdiler. Oysa biz piyaz istemiştik. Piyazlar da geldi. Soğansız olsun dediğim için pişman oldum, ama yanımızdaki genç kızın isteğine boyun eğmiştik. Yine de tabaktan yükselen mis kokulu saf zeytinyağının başımı döndürdüğünü söylemeliyim. Koyun ve inek sütünden karışık hazırlanmış yoğurttan yapılmış ayranı kana kana içtim. Sonra ekmeklerle köfteyi keyfini çıkartarak yedim. Ara sıra piyazdan da bir çatal almayı ihmal etmedim.Dükkân 1912 yılından bu yana epey bir serüven yaşamış. Mustafa Usta'nın artık dükkânda sadece resmi asılı. Çocuğu olmadığından işin eniştesine kaldığını söylediler. ‘‘İki üç günde bir dükkâna uğrar, hesabı alır’’ dediler. Tesadüfe bakın ki, eniştenin birkaç dakika sonra dükkâna geleceği tuttu. Ben nedense biraz da haksız saydığım bu mirasçıyı zihnimde nasıl canlandırmış olmalıyım ki, kendisini görünce utandım. Sırtında eprimiş bir kahverengi ceket ve son düğmesine kadar iliklenmiş bir gömlekle dükkânın önünde adeta birden bitiverdi. İlerlemiş yaşından beklenen titrek adımlarla içeri girdi. Usta ile bir şeyler konuştu. Tezgâhtakiler belli etmemeye çalışarak bizi gösterdiler. Ürkek bir saygıyla bize hoş geldiniz dedi. Kahrolası çekingenliğimden kendisini uzaktan selamlamakla yetindim. Başka şeyler de söylemek istediğini anladım. Ama o benden cesaret bulamadığından, bizi rahatsız etmekten çekinen bir tavırla tekrar iyi dileklerini iletip adeta dükkândan kaçarak gitti.KALPLERİNİ ALAMADIMMustafa Usta'nın tezgâhını asıl yürütenin ocağın başındaki usta olduğunu o zaman anladım. ‘‘Eniştenin de çocukları olmadı’’ diye hikâye etti. Ondan da yeğenlerine kalacakmış dükkân. Çalışanların ileride ne olur diye bir endişeleri yok. Yugoslav göçmeni ustanın işi götürdüğünü onlar da biliyor. Köftelerin Mustafa Usta'nın seksen yıl önceki lezzetinde piştiğinin pekâlâ farkındalar. Zaten işin sırrı da dananın her tarafının kıymasının çekilip iyice harmanlanması ve köftelerin böyle bir lezzetli etten yola çıkarak hazırlanmasında. Formülü tamı tamına sorsam belki de anlatacaklardı. Usta biraz geveze olmaktan şikâyetçi. Ben yine de sormadım. Merak etmediğimden değil, büyü bozulmasın diye. Tek üzüntüm, dükkânı sürdüren eniştenin ve köfteleri yapıp pişiren ustanın kalbini yeterince alamamak oldu. Övgülerimde cömert olamadığımı fark ettiğimde Adapazarı'nın çok uzağındaydık.Bilmiyorum bu yazıyı Adapazarlı meşhur köfteci Mustafa Usta'nın tezgâhını yaşatanlardan adını bile sormadığım enişte ve o yaşlı Yugoslav göçmeni usta okur mu? Dilerim öyle olur. Bu sayede bir garip yolcunun onlara sevgiyle bağlandığını öğrenir. Meleklerin gökyüzünden yeryüzüne hep özenle taşıdığı en değerli şey olan mutluluğu onlarla bir akşam saatinde iki ıslak ve bayat ekmek dilimi arasına sıkışmış güzel köftelerinde paylaştığımı bilir. Usta, ellerinin hiç dert görmemesi gerektiğini düşündüğüme canı gönülden inanır. Onu tanımış olmaktan duyduğu
Yazarın Tüm Yazıları