Okul kapısı, kışla kapısı, iş kapısı, ekmek kapısı...
Önünde ağladığımız, ucu parfümlü mektupları aralığından içeri atarak açmaya çalıştığımız; o gönül kapıları.
‘‘Tık tık tık...’’
‘‘Kim o?...’’
‘‘Ben...’’
Kapı duvar...
Ya da otel koridoru gibi kimimizin yüreği.
Kapılar, kapılar...
*
Büyükler zor günlerinde ‘‘Allah'ın iki kapıdan birisini açmasını’’ dilerler.
İki kapı arasındadır yaşam...
Kaç gündür baba kapısını özlediğim bizim Urfa'nın o ünlü türküsü dilimden düşmüyor:
‘‘Kapıyı çalan kimdir
Aç gülüm gelen kimdir?..’’
İnsanın hasta yatağında, gözünü kapıdan ayırmadan doktoru bekleyişini ‘‘Belki gelen tabiptir’’ diyerek anlatır türkü.
Çünkü gazetelerde ‘‘Neşter Operasyonu’’nun en ünlü hastanelere, en ünlü doktorlara, profesörlere ulaştığı haberleri var.
Bu kadar olamaz...
*
Elbette, düzgün-onurlu-namuslu-insan gibi insan doktorları ayrı tutuyorum.
Ama insanlar acılı günlerinde hastane kapılarına koşarlar.
Ne yazık ki o kapıların arkasında dönen, bir meslek için yüz karası dolapları artık herkes biliyor.
İlaç firmalarının rüşvetinden, loboratuvarlardan alınan komisyonlara, çocuk-yaşlı demeden can üzerinden yapılan o utanç verici pis ticaretten, soyulan-yağmalanan hastalara kadar...
*
Dün karar verdim; asla doktorlara gitmeyeceğim...
Acılar içinde kıvransam bile, bir hastanenin kapısını asla çalmayacağım...
Ta ki bir gün onurlu-namuslu doktorlar, kendi mesleklerini bu pisliklerden temizleyinceye ve en yoksul-kimsesiz okuyucularımın güven içinde hastanelerin kapısından girip-çıktıklarını duyuncaya kadar...