Güncelleme Tarihi:
Günlük hayatı hapishaneyle iç içe geçmiş bir toplum olmanın ne demek olduğunu aklımızdan geçirdiğimiz zaman kendimizi iyi hissetmek kolay değil. 12 Eylül darbesinden sonra 600 bin kişi gözaltına alındı, o zaman ülke nüfusu daha 45 milyonu bulmamıştı. Her 70 kişiden 1’i, demek bir sokaktaki her apartmandan bir kişi gözaltına alınmış. Böyle düşününce dehşet vermeli ve biz hep böyle bir ülkede yaşadık.
Işık Ergüden, ‘Hapishane Çağı’ kitabında, “Tehlikeli sınıflar olarak görülen yoksulların, ezilenlerin, dışlanmışların, bütün dünyada artan sayıda doldurduğu mekânlardır hapishaneler” diyor. Dolayısıyla hapishane sorunu üstüne düşünmek de öncelikle onların sorunları üstüne düşünmektir. Türkiye’de ayrıca sol, sosyalist ve devrimci kimliklere sahip olan herkesin, içine girmedilerse bile kapısının önünde bekledikleri yerdir hapishane.
Hapishaneyle entelektüellerinin bu denli içli dışlı olduğu yerde, hapishaneyi kurum ve kavram olarak irdeleyen tek çalışma, Işık Ergüden’in ‘Hapishane Çağı’. Demek somut hayatı yakalamaya çalışırken düşünceyle ve düşünce üretimiyle ilgimiz ilerleyen zamanın dışında kalmayı sürdürüyor. Oysa insanın kapatılması –hapishanelere, okullara ya da yeraltı ocaklarına– toplumun yüreğine saplanan paslanmaz bıçağın keskin yanını sürekli parlatmak değil mi?
Bu gerçeği iliklerine kadar hissederek yaşamak, aslında gerçekten yaşamamak da sayılabilir. Bu arada dışarıdaki insanın ‘hepimiz hapishanedeyiz’ söylemi, ‘dışarısı içeriden kötü’ gibi tuhaflıklarla birlikte dile getiriliyor ki, durup düşünmek gerekir. Işık Ergüden, Beckett’ın bu sözlere karşı, “İnanın bana, gerçek hapishane başka şey” dediğini hatırlatıyor, “bizim zihinsel ve toplumsal hapishanelerimizden bambaşka türde. Bunu unutmak iğrenç bir şey.”
Şehirlerin her yerinde insanları izleyen kameralardan bilgisayarlara, cep telefonlarına, bilgisayarlara, internet ağına, resmi kayıtlara, vatandaşlık numaralarına varıncaya dek her şey o ‘büyük hapishane’nin duvarlarını yükseltiyor. Hiç kuşkusuz böyle. Ama bunlar da ‘küçük hapishane’nin can alıcı bir sorun oluşunu gölgelememeli. “Tersine” diyor Işık Ergüden, “–kelimenin gerçek anlamıyla– hapishaneyi duyu ve duyumdan uzak kılan, yok sayarak gerçekten yersiz yurtsuzlaştıran sistem, burayı tamamen denetimsiz bir şiddet teknolojisinin deney alanı ve odağı haline getirebilmekte”. Diyarbakır, Metris, Guantanamo ve benzerleri işte...
Hapishanenin insanı nesneleştiren zoru yönetenlerce mutlak kılınmaya çalışılırken kapatıldığı yerde hiçbir dayatmaya boyun eğmemek için bedenlerini, canlarını verenler bu sistemi alt ediyor mu? Direniş, hapishane olgusunu çürüten güçlü bir etken belki ama bu kadar büyük bir bedelin yol açtığı kaybın da üstünde durmadan geçilemez. İnsanı canını vermek zorunda bırakan hayatın aşağılık yüzü bu.
Sonra ölen ölür, onu yaşatan bellekler aşınmaya başlayınca unutulanlar hayatı biraz daha aşağı çeker ve bu hayatın ortalamasını gösteren çizginin üstüne çıkmak için ne kadar çırpınırsak çırpınalım, ancak o çizgiye tutunarak yaşamayı sürdürebildiğimizi fark ederiz.
Yazmaktır bunun ilacı. Işık Ergüden’in ‘Hapishane Çağı’ kitabı, tarifsiz acılarla dolu hapishane gerçeğini yaşayanların anılarıyla aktaran kitapların yanında, ‘küçük hapishane’yi bir olgu ve üstünde yeniden ve yeniden durmayı gerektiren bir kavram olarak alan bizdeki tek örnek olduğu için önemli. Hapishane bir kavram ama elbette somut gerçekliğin hemen ilk bakışta görülmeyen yüzlerini göstermeye çalıştığı için, ayakları hep yerde ve karşılıklarını hayatın içinde arayan bir kavram.
Kapatılanları kapatan yapının özellikleri de konu edilmeli. Kışla, okul, fabrika ve devlet binaları niçin birbirine benzer? Hayal gücünü kısıtlama amacının olmadığı düşünülemez. Düşünme biçimini kısıtlamak, hapishaneyi yönetmeyi kolaylaştırır. Kapatılanları ayırt etmeden aynı tür baskı altına alan bir ‘eşitlikçi’ anlayışı uygulamak da nedenler arasında. Üstelik tümünde geçerli yönetmelikler, yalnızca zorunlu olanı dayatır ve tektipleştirir.
Sonsöz: “İnsan ne özgür doğar, ne özgür olur. .... Yaşama ‘evet’ demek, hem tutsaklığı hem de başkaldırıyı kabullenmektir.”