Paylaş
Mehmet Altan’ın yanına aldığı babasının kitabında, “ustamız”ın yaklaşık yarım yüzyıl önce yazılmış Afganistan notlarını, Ankara-Kabil arasındaki üç saat kırkbeş dakikalık uçak yolculuğunda okudum. Bir yerinde “Afganistan’ı anlatmak kolay değil; fıkaranın fıkarası bir memleket burası. Temiz pak giyimli kimse yok gibi... Kimi görsen üstü başı dökülüyor, üstelik de pislik içinde... İran’da olduğu gibi bu fakirliğin üzerine tünemiş bir şaşaalı zenginlik de yok. Belki sarayın çevresindeki iki yüz, üç yüz kişi biraz lüks içinde yaşıyor, o kadar...” diyerek genel bir ülke, daha ziyade bir Kabil fotoğrafı sunmuş.
Bir başka sayfada şu satırlar: “Kabil koca başşehir. Bütün konforu ve medeniyeti Çekoslovakların yaptığı otelin içindeki kadar. Bütün şehirde topu topu kaloriferli üç ev varmış, onların da kaloriferleri çalışmazmış.” Devam ediyor: “Afganistan’ın Dışişleri Bakanlığının binası bile yıkık dökük. Bizim köşe bucaktaki Evkaf dairelerine, yahut Malmüdürlüklerine benziyor... Ne yapacaksınız ayıp değil fakir olmak. Ve Afganistan dünyanın en fakir memleketi...”
Yarım yüzyıl önceki Kabil ile bugünkü Kabil arasında bir değişiklik var mı diye sorduğunuz takdirde “Var” diye tanıklık ederim. Zira, bu yazıyı Afganistan Dışişleri Bakanlığı binasında yani Kabil’de yazıyorum. Bina çok eski ama Çetin abinin yarım yüzyıl önce tanımladığı “yıkık dökük” bir bina değil. Tersine, dışı tümden mermer kaplamalı, Afganların pek bir övündükleri cinsten. Bizdeki köşe bucaktaki Evkaf daireleri yahut Malmüdürlüklerinden ziyade, bir çok orta yerdeki vilayet binasından hallice.
Ben Afganistan Dışişleri Bakanı Rengin Spanta’nın makam odasının yanıbaşında bizde “Buhara” diye bilinen Afgan halılarıyla kaplı salonda bu yazıyı yazarken, Ali Babacan, 1981 Mülkiye mezunu mevkidaşıyla görüşme halinde. Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu’na takılıyorum, “Şu anda bu binada üç Mülkiyeliyiz. Afgan Dışişleri Bakanı’nın abisi sayılırız..”
Mülkiye töresine göre öyle. Hele ben. Ne de olsa, Afganistan’ın Mülkiye mezunu dolayısıyla gayet üst düzey Türkçe bilen ve konuşan Dışişleri Bakanı’ndan 11 yıl önce diploma almışım. Nitekim, görüşme sonunda yanıma geliyor Rengin Spanta, “Merhaba abi” diyor, “Ben, sizi okuyorum.”
Böylece Kabil’de bir “Afgan okurum” olduğunu öğrenmiş oluyorum.
Rengin Spanta, bizim Dışişleri’nden bir diplomatı işaret ederek, “Abi, ne yapacağız” diye şikayet ediyor, “azınlığa düşüyoruz. ODTÜ’lülerin eline geçiyor Dışişleri.” Birden Mülkiyeliler toplanıveriyor, meğer beş kişiymişiz, üçümüze ek olarak Kabil Büyükelçimiz Ethem Tokdemir, Bakan Özel Kalem Müdürü Gürcan Balık.
Kabil’de Türkiye de, Mülkiye de sağlam durumda.
Aslında, ta Atatürk ile Emanullah Han zamanında bir “özel ilişki” olarak yapılanan Türkiye ile Afganistan ilişkisi o dönemdeki özelliğini aynen koruyor. Afganistan’da Türk olmak insana “imtiyazlı” bir duygu veriyor. Binbir çileden geçen, beladan kurtulamayan, yoksulluğu adeta ebedi bir kader haline getiren, Çetin Altan’ın yarım yüzyıl önceki gözlemlerine uymayı sürdüren bu talihsiz ülkede, Türklerin ve referans noktası Türkiye olan Afganların özel bir yeri bulunuyor.
Evet, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’la birlikte Afganistan’dayız.
*** *** ***
Afganistan yolunda, Türkmenistan üzerinde uçarken Karakurum Çölü bitmez tükenmez biçimde altımızda uzanıyor. Sert, boz toprağın üzerinde ufka kadar tek bir ot gözükmüyor. Uçak, Afganistan’a sapınca göz ufkumuz ve altımız dalga dalga dağ sıralarıyla kaplanıyor. Afganistan’a tarih boyunca kimsenin boyun eğdirememesini sağlayan ama aynı zamanda Afganistan’ı da dünyadan ayırarak, geriliği ve yoksulluğunun baş müsebbibi de galiba bu dağlar, Hindikuş dağları...
Dağ doruklarına değer gibi Kabil havaalanına alçalıyor uçak. Böyle inilen dünyada kaç başkent vardır acaba? 30 milyonluk Afganistan’ın en büyük şehri, 4 milyonluk başkenti de Kabil gibi olmak zorunda. Başka çaresi yok. Dağlar arasında bir çanağın üzerinde kurulmuş Kabil. Afganistan’da başkenti sığdıracak başka bir yer olmadığı için herhalde...
Havaalanından şehir merkezine varış pek zaman almıyor. Pejmürde Üçüncü Dünya manzaraları arasından, şöyle böyle, görece biçimde eli yüzü düzgün, ağaçlık bir semte ulaşıyoruz. Vezir Ekber Han (Wazir Akbar Khan). Kabil’in en mutena semti imiş. 250 metrekarelik evlerin aylık kira bedeli, 4500-5000 dolarmış. Hor görme Kabil’i...
Vezir Ekber Han’ın bitiminde Cumhurbaşkanlığı Sarayı, Dışişleri Bakanlığı, çeşitli büyükelçilikler ve bizim büyükelçilik yerleşmiş. Türkiye Büyükelçiliği rezidansı, Tahran’dan sonra en büyük bahçeye sahip olanı. 45 dönüm bir alana yayılmış; çöl içinde bir vaha gibi. Atatürk’ün yüzü suyu hürmetine Emanullah Han tarafından hediye edilmiş. Emanullah Han’ın av köşkü imiş.
Çetin Altan’ın yarım yüzyıl önce “İran’da olduğu gibi bu fakirliğin üzerine tünemiş bir şaşaalı zenginlik de yok. Belki sarayın çevresindeki iki yüz, üç yüz kişi biraz lüks içinde yaşıyor, o kadar” diye gözlediği hal, benim Kabil’de ilk bir-iki saat içinde gördüklerim itibarıyla bugün de aynen vaki olmalı.
Aslına bakarsanız, Afganistan’da durum, bu ilk, kaba gözlemlerimizin çok ötesinde vahim. Afganistan, ayrıntılı içeriği henüz açıklanmayan, çok kısa zaman önce Amerikan yöneticilerine sunulan Amerikan Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi’ne göre de, geçen hafta Kanada’da toplanan NATO’nun görüşüne göre de hızla “baş aşağı” gidiyor.
Muharebe kaybetmeyen Amerikalılar ve NATO, Afganistan’da “savaş”ı kaybediyor.
ABD Başkanı kim seçilirse seçilsin ama özellikle şayet Barack Obama seçilirse, Amerikan askeri yoğunluğunun Irak’tan Afganistan’a kaydırılacağı şimdiden ifade ediliyor.
Amerikalılarca, şu dönemde “dünyanın en tehlikeli ülkesi” sayılan Afganistan’dayız...
*** *** ***
Başkent Kabil bana en çok Bağdat’ı hatırlattı. Her yerde beton koruganlar, dikenli teller. Hele Cumhurbaşkanlığı makamının bulunduğu alana, Hamid Karzai’yi görmeye giderken, dikenli teller, kum torbaları, araçları zigzag çizmeye mecbur bırakan devasa beton bloklar arasında gittik de gittik.
Kabil’i böyle güvenlik önlemleri altında görünce, eskiden neye benzediğini, nasıl bir yer olduğunu gözümüzün önüne de getirebilmek mümkün değil. Bu yönüyle savaş sonrası-bugünkü Bağdat”ı andırıyor. Bağdat’tan daha düşük yoğunlukta, buna karşılık iç savaş döneminin Beyrut’una oranla çok daha yüksek yoğunlukta güvenlik önlemlerinin şehri Kabil.
Biz nereye hareket etsek önümüzde yol kenarına yerleştirilebilecek bombaları tarayan Kobra aracı gidiyor. Özel Harekatçı güvenlik görevlilerimizden biri, “Kabil, bir süredir güvenli olmaktan çıktı” diyor.
Kabil’in 20-30 kilometre güneyinde Taliban kontrolü başlıyor. Ülkenin Kabil’den sonraki en büyük şehri ve ülke çoğunluğunu oluşturan Paştunların merkezi sayılan Kandahar, “kurtarılmış bölge” kabul ediliyor.
Taliban tarafından kurtarılmış bölge!
Upuzun ve yalçın dağlarla örülü Pakistan sınırının her iki yanını Taliban kullanıyor. 2001 yılındaki savaştan 7 yıl sonra Taliban, sanki yavaş yavaş Kabil’e yaklaşıyor.
Hiç kimsenin elinde bunu önleyebilecek bir parlak formül yok. Ali Babacan, üç günlük Afganistan ziyaretinin ardından, Türkiye’nin bir “fikirler ve öneriler dizisi” oluşturmaya çalışabileceğini söylüyor.
Amerikalıların izlediğinin “çıkmaz yol” olduğunda hemen herkes hemfikir. “Terörist denilenle yani El-Kaide ile halkı ayırmaz, orayı burayı bombalarsanız, halkı yanınıza almazsanız hiçbir yere varamazsınız” diyor Ali Babacan.
Burada sayısı bir taburun ötesine geçen 800 kişilik Türk askeri gücü, bu nedenle, hiçbir çatışmaya girmemiş, Kabil Bölge Komutanlığı adında başkent güvenliği Türkiye’nin sorumluluğunda olmasına rağmen, “muharip” bir rol oynamamış.
Türkiye’nin Afganistan’da yaptığı sağlık, eğitim ve tarım alanında destek.
Türkiye’nin Taliban’la da sorunu yok.
Ama galiba Afganistan’ın bir bölümünün de, Taliban’la bir sorunu yok...
Afganistan’dayız. Afganistan’a devam edeceğiz...
(Not: Cuma günü yayınlanan yazımız Güneydoğu baskısında bir teknik nedenden ötürü yer almamış. Söz konusu yazı, Güneydoğu baskısında yarın yer alacak.)
Paylaş