Güncelleme Tarihi:
BAZILARINA GÖRE SANAT ESERİ BİR BORSA KAĞIDI
- İlk olarak Türkiye’deki sanat piyasasından başlamak istiyorum... Son dönemde galeriler ve hatta Türk koleksiyonerler yabancı sanatçıları tercih eder oldu. Bu akım ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Bu aslında bütünüyle finansal bir mesele. Bedri Baykam yakın zamanda bir yazı yayınladı: “Ben artık Türk sanatından çıktım”cılara yanıtımdır başlıklı, orada özellikle bu konudan bahsediyor.
Öncelikle şunu söyleyeyim, koleksiyoner ile sanat eseri alıcısı arasında ciddi bir fark var.
Koleksiyoner, bir sanat eserini o eserle bir ilişki kurduğu, onunla birlikte yaşayabileceği, ona baktığında birşeyler göreceği ve onu hayatına dahil etmekten keyif alacağı için satın alan kişidir. Kalkıp da o eseri daha büyük indirimlerle daha ucuza almaya çalışmaz. O eseri beğendiyse ne pahasına olursa olsun severek, aşık olarak alır ve hayatının bir parçası haline getirir.
Koleksiyoner olmayıp da sanat eseri satın alan insanın ise temel güdüsü maddidir. Genelde bu bakış açısındaki insanların ilk sorusu “bana ne indirim yapacaksın” olur, o eserin ne anlattığından ziyade. Kimin hangi gruba girdiğini bu sorulardan anlayabilirsiniz zaten. Bu 2 tarife uyanların yapıtla geçirecekleri süre sınırlıdır. Normal şartlarda hem sanatçının hem galericinin arzu ettiği en önemli şeylerden bir tanesi, reel anlamda bir koleksiyonerin bir sanat eserini evladiyelik olarak 7 asır çocuklarına bırakmasıdır. Bu Avrupa’da sanat geleneği olan bir yapı olduğu için çok kabul edilebilir bir durum. Bizdeki durumu ise, 2000 yılından sonra tam olarak bir pop-up şeklinde çıkan ve ondan önce temeli olmayan bir çağdaş sanat meselesi olarak ele alınmalı.
Bu konuda bir eğitim sıkıntısı var; ülkede modern sanat, iyi sanat, çağdaş sanat gibi sonu sanatla biten yapılar aslında her zaman mevcuttu, ancak maalesef bunların doğru aktörler arasındaki ilişki ve iletişim kurgusu çok zayıftı, hala da öyle. Çok az galeri ve koleksiyoner vardı ve hala yok denebilecek kadar az sayıları. Erol Aksoy, Halil Bezmen, Mustafa Taviloğlu gibi sadece birkaç sanatsever ve 10-15 sanatçı ortalıktaydı. Her şey de bu küçücük çevrede döner dururdu. 2000 sonrası bir şekilde bu yapı inanılmaz bir hızla değişti, tıpkı Türkiye’nin Özal sonrası gibi. Hızlı, çabuk değişen ve tüketime yönelik bir beğeni gelişti. Sanatta böyle bir beğeni türü yok halbuki. Tüketime yönelik bir beğeni olamaz sanatta. Alıp tüketemezsin. Bunu sanat eserine uygulayamazsın, sanat eseri tekildir, yenisini alamazsın. Bir tane sanat eseri sana, ailene, zevkine, kalbine ait olur, başka bir şeye ait olmaz. Eğer bir sanat eseri alıp 3 ay sonra bunu %20 karla satarım diye düşünüyorsan, sana eserin tezahürü bu şekildeyse zaten koleksiyoner değilsin demektir. Satın almış olduğun sanat eserinin senin gözündeki değeri, o tekillik, o güzellik, o hayatında ona yer verme arzusu değildir ki durum bu ise zaten o zaman sanat eseri senin için duvarında duran, birkaç ay tutacağın renkli, güzel bir borsa kağıdıdır. Bu nedenle alıcılar prim yapıp yapmayacağı belirsiz genç bir sanatçı yerine, garantili ve getirisi belli bir Mehmet Güleryüz yapıtı asmayı tercih edebiliyor, sonuçta ikisi de para ediyor.
Bazıları için sanat güvenli bir liman olarak ortaya çıktı. Satın aldıktan 6 ay sonra döviz bazında katlanan fiyatlara satabildikleri için sanat da finans bakış açılı insanların yatırım sepetine girdi. Sanat eserine yatırım aracı olarak bakan insanların oranı gerçekte 2000 öncesi ve sonrasında aynıdır, mamafih o günden bugüne değişen tek şey alıcı sayısındaki artıştır, o kadar.
Ansen, ’Operations room – skin job’
DEVLETİN BİR SANAT POLİTİKASI YOK
- Peki Türkiye’de galeriler ve sizin gibi galericilerin sanata yaptıkları yatırımlar arttıkça 2000 sonrası sayıları artan bu sanat alıcılarının sonraki kuşaklarında yavaş yavaş bir koleksiyoner kültürünün oluşabileceğini düşünüyor musunuz?
Dönüşebileceklerine dair umudum var ve dönüşmesi de gerekir; ancak bütün dünyada devlet kurumu dediğimiz yapının sanat üretimi ve gösterimine tam desteği varken bu bizim ülkemizde olmadığı için çok uzun vadede belki. Misal, Hollanda’da bir galeride çalışan/temsil edilen sanatçıların %50’si yerli olduğunda devlet 4 yıl o galerinin kirasını ödüyor. Fransa, sadece kendi ülkesindeki sanatçılara değil, beğendiği uluslararası sanatçıları da desteklemek için devlet bursu veriyor, ki x-ist’in iki sanatçısı bu bursu kazanıp Fransa’ya gitmişti. Bu burs kapsamında 3 ay boyunca atölye sağlaması da dahil farklı bir takım destekler verilerek sanatçının Paris’te sanatsal tecrübe kazanması için destek sağlanıyor. Almanya’da, özellikle de Berlin’de belediyeler, şirketlere her yıl %1’lik bir vergi kesintisi yapıp sonra bununla sonrasında şirketlere çok büyük kolaylıklar sağlayarak sanat eseri alma teşviği sunuyorlar. Bu teşvik sayesinde Berlin’deki 8-10 tane galeri kendileri bir kuruş ödemeden alınan vergilerle uluslararası fuarlara götürülüyor.
Kültürlerini tanıtmak için sanatın ne kadar önemli olduğunu idrak etmiş ülkelerin yanında bizimki son derece komik addedilebilecek politikalarla işin içine girmeye çalışıyor. Hatta bizim devletimizin bizatihi bir sanat politikası yok. Devletin bu işin içine girmesi çok büyük bir güç olduğu için tanıtım, PR’ı çok arttıran bir unsur. Avrupalı galerilerin aksine biz burada kendi yağımızla kavrulmaya çalışıyoruz. Sanat eserleri oradakilere göre çok ucuz, kiralar çok yüksek, teşvik yok, bir de koleksiyonerlerin “Ben Türk sanatından çıktım, yabancı alıyorum,” demesi bu işi öldürüyor. Türkiye’de hala 15-20 çok iyi galeri dişleriyle tırnaklarıyla kazıyarak iş yapmaya çalışıyorlar. Bunun sebebi aslında en büyük alımları yapan, sayıları çok az olsa da, her galerinin kendine ait 3 ya da 4 koleksiyonerlik özel portföyü. Bu insanlar galerileri ayakta tutuyorlar ve taşıyorlar. Eğer galerilerin “çok özel portföyü” tabir edilen dostları 8-10 kişiye çıkarsa bir gün, o zaman hem galeri sayısı artacak hem de finansal bir rahatlama olacak.
Elbette olaya finansal açıdan bakan, sanat eseri alıcısı olan kişilerin sayısı çok daha fazla; fakat bu insanların galerileri motive etme ve finansal olarak bir yere getirme kapasiteleri bir o kadar düşük garip bir şekilde. Aslında tam tersi olmalı, adetleri daha fazla olduğu için çok daha fazla alım yapmalılar; fakat risk almıyorlar, kırk yılda bir galeriden büyük pazarlıklarla bir eser alıyorlar. Oysa sizi tanıyan, size güvenen koleksiyonerler hemen hemen her sergiden 1-2 iş alıyorlar. Galerideki satış adedi arttıkça sanatçılar motive oluyor, üretim arzuları artıyor ve gittikçe daha iyi yapıtlar üretiyorlar, para kazanmak istiyorlar; çünkü böylece Maslow’un hiyerarşiler teorisindeki birinci aşama olan beslenme ve barınmayı atlatmış oluyorlar. Yarını nasıl çıkartacağım, nasıl kira vereceğim diye düşünen sanatçının üretim psikolojisiyle bu sıkıntıyı atlatmış sanatçının psikolojisi çok daha farklı. Bu tip konuları düşünmeyen sanatçının odak noktası artık tamamen sanatı olacaktır. Bu duruma ulaşılamamış olduğu halde devletin sanatçılardan %35 gibi bir vergi uygulama düşüncesi tam bir kabus ki bu da devletin sanata bakış açısını birebir yansıtıyor. Dünyanın her yerinde bu durumun tam tersi yaşanır, sanatçılara vergi muafiyetleri sağlanırken burada sanatçılara sürekli yük bindiriliyor. Bu ülkede resim yaparak zengin olmuş adam görmedim. Onların eti ne budu ne ki onlardan bu kadar vergi alınıyor, nereye varılacak bu vergilerle?
DEVLET TEKSTİLCİLER YERİNE SANATÇILARA VE GALERİCİLERE DESTEK OLMALI
- Yurtdışından sanatçı getirdiğinizde veya yurtdışına sanatçı götürmek istediğinizde devletin yaklaşımı, tutumu nasıl? Hiç destek durumu oluyor mu?
Burada yurtdışından bir sanatçı getirip göstermek istesem acayip gümrük vergileri ile karşılaşıyorum. Hiç satmadığın eserin KDV’sini baştan alıyor; satılmayıp geri gönderdiğin işin KDV’sini sonradan iade ediyor gerçi ama ilk baştan peşin bir vergi almış da oluyor. Bir teşvik durumu yok devletin bu konularda.
Bu işin finansal yönünü bir yana bırakırsak, devletin burada bakış açısı önemli; yoksa asıl önemli olan vergiler değil. Bakış açısında bir hata var. Sanat dediğin şey, bir ülkeyi en iyi temsil eden şeydir. Sanat kültürdür. Bir ülkeyi kültüründen daha iyi tanıtabilecek hiçbir şey yoktur. Fransa’da da, Amerika’da da Rusya’da da, Çin’de de, Amerika’da da aynı desenin yapıldığı ve sadece farklı ipliklerle dokunduğu tekstil ürünlerini Premier Vision gibi Paris’in önemli etkinliklerinde sergileyen firmalara %50 civarında kolaylıklar yapmak (ki onların standları sanat fuarı standlarından çok çok daha ucuz) yerine galericisine bir öncelik yapması gerek devletin. Biz de Türk sanatçısı ile, sanatımız ile yurtdışında ülkemizi tanıtmaya çalışıyoruz. Yurtdışında %100 faturalı satış yapıyoruz, vergi ödüyoruz, ülkeye döviz sokuyoruz. Bunlar görülmeyecek şeyler mi, yoksa küçük meblağ olarak mı görülüp desteklenmiyor bilemiyorum.
TÜRKİYE'DE DOMATESLE SANAT ESERİNE KOYULAN KDV AYNI
- Vergiler, destek görülmeme gibi konular, sanat piyasasının gelişimini engelleyen ve yeni sanatçıları yer açmayı daha zor kılan çok ciddi ve birilerinin mutlaka duyması gereken konular. Bu konuları yansıtmak için galerileri temsil eden bir dernek ya da dayanışma var mı? Bir şekilde sesinizi duyurmaya çalıştınız mı?
Bundan 3 sene önce 20-22 galeri bir araya gelip bir dernek kurmaya çalıştık, tüzüğü vs herşeyi hazırlandı; fakat bir şekilde olmadı. Şu an 14-15 galeri bir dayanışma içindeyiz, ama resmileştirmedik. Dolayısıyla buna bir başkan seçip Turizm ve Kültür Bakanına gidip dert anlatacak bir durumumuz yok; zaten bu tip konuları kim ne kadar dinler emin değiliz.
Dernek kurduğumuzda üzerinde çalıştığımız yaptırımlardan biri KDV’ydi. Standart %18 KDV’yi düşürmek için bir araya gelmiştik. Bu sanat eseri için çok yüksek bir oran. Domatesle sanat eserinin KDV’sinin aynı olması pek mantıklı bir konu değil. Hele ki bu ülkede pırlanta gibi lüks tüketim mallarında KDV sıfır ise. Özellikle bu gibi konular ile ilgili görüş bildirmeye gayret ettik.
Devletle bir iletişimimiz olmasa da şu ya da bu şekilde şu andaki dayanışmanın faydalı olduğunu düşünüyor ve dayanışmayı önemsiyoruz. Pek çok konu tartışıyor ve ortak kararlar alıyoruz. İndirim oranlarından, müşterilerle ilişkilere, alım yapanlar ile ilgili kara listelerden galeriler arası sanatçı transferlere kadar birçok konu görüşüyoruz. Olaysız ve sakin, fakat ciddi, interdisipliner konular ile ilgili kararlar aldığımız dayanışma toplantılarımız oluyor.
FUARLAR; ÇOK HASTA BİR ADAMA AŞIRI DOZDA ANTİBİYOTİK TEDAVİSİ UYGULAMAK GİBİ
- Biraz yurtdışı fuar deneyimlerinizden bahsedebilir misiniz? Sizin için yurtdışı fuarının önemi ne? Ne sıklıkta katılıyorsunuz?
Biz 2004’te kurulduk, ilk yurtdışı fuarımızı 2006’da yaptık, ki bu oldukça makul bir zamanlamaydı. Yurtdışı fuarları ilk 3 yılı doldurmadan genelde galerileri kabul etmezler ve biz kurulduktan 2,5 yıl sonra Art Cologne’e girmiştik. Zaten bizim ilkelerimizden biri Türk çağdaş sanatını, özellikle genç sanatçıları uluslararası alanda temsil etmek; fuarlar bunun için “kısayol”, dolayısıyla bu anlamda kullanılabilir, önemli unsurlar.
Ancak fuarlar, çok hasta bir adama çok yüksek dozda antibiyotik tedavisi uygulamak gibidir; bir anda seni tamamen iyileştirebilir veya hiçbir etkisi olmayabilir, placebo etkisi yapar. Biz çok fazla fuara gittik. Bizden daha fazla fuar katılımı yapan galeriler var; hem adet olarak hem de yer yer nitelik olarak, bunu reddedemem, ama bizim belli bir istikrarımız var ve genel olarak orta üst düzey fuarlara mümkün olduğu kadar katılmaya çalışıyoruz. Geçen sene hariç, ki geçen sene de yine bir uluslararası fuara girmiştik; her sene 2 yerli 2 uluslararası fuar yapmaya çalışıyoruz. Mesela bu sene adedimiz 5. Aslında fuarlar her zaman amaçlarına ulaşmazlar, gerek satış açısından gerek kurulacak ilişkiler açısından çok verimli olamayabiliyorlar. Yine de söylemek gerekir ki Türk sanatçılarının en hızlı tanınma ve en hızlı ilişkilendirilebilme yöntemi de bu. Bir fuarı 40-50 bin kişi ziyaret ediyor, onlardan 500 tanesi standı ziyaret edip sizi ve sanatçılarınızı hatırlasa hatırı sayılır bir görünürlük yaratılmış oluyor hem galeri hem sanatçılar açısından. Bu ziyaretçilerden 25-30 tanesi size kartını bırakır, ilgisini beyan eder, sonunda da 3 ya da 4 tanesi alım yapan. Zaten bu böyle var olan bir sistem.
AVRUPA'DA OYUNCAK EDİLECEĞİMİZ FUARLAR YERİNE DOĞU FUARLARINI TERCİH EDİYORUZ
- Bu sene yurt dışında hangi fuarlara katılacaksınız? Özel projeleriniz var mı?
İşin daha önemli kısmı biz bu kadar yoğun verilmiş antibiyotik tedavisinin dışına çıkarak bu fuar katılımları üzerinden ve fuarlarda edinilen kontaklar üzerinden mümkün olduğu kadar çeşitli bir uluslararası görünürlük sağlamaya çalışıyoruz. Bu sene uluslararası görünürlük açısından galeri için devrim niteliğinde bir sene. Ocak’ta Art Stage Singapore’a Ansen, Ali Elmacı, Erkut Terliksiz ve Emin Mete Erdoğan’la katıldık; 16-19 Mart’ta Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Güney Asya’nın en önemli çağdaş sanat fuarlarından biri olan Art Dubai’ye dördüncü kez Emin Mete Erdoğan ve Murat Palta’nın fuar için özel olarak ürettikleri eserleri ile katılacağız.
Emin Mete Erdoğan, “Kubbenin Altındaki Entroforming 7”
Mart’ta ayrıca Sydney’de yaşayan çok değerli bir sanatçı ve dostum olan Mertim Gökalp’in küratörlüğünü ve ev sahipliğini yaptığı “Multicultural Sydney: A Slice of Contemporary Turkish Visual Arts” isimli karma bir Türk sergisi açılacak. 24 Mart’a kadar Sydney Project [504]’te devam edecek sergiye x-ist sanatçılarından Ansen Atilla, Burcu Perçin, Ceren Oykut, Ekin Saçlıoğlu katılıyor. x-ist sanatçıları ile birlikte Mertim Gökalp’in kendi çalışmaları, sanatçılar Erdal İnci, Gözde Becerikli, Mine Konakçı, Tunca Subaşı ve Volkan Diyaroğlu’nun işleri olacak. Sergi, Avustralya’da yaşayan Türk sanatçılarla Türkiye’deki çağdaş sanatın önde gelen isimleri buluşturacak. Bildiğim kadarıyla Avustralya’da bu kadar kapsamlı bir Türk sergisi ilk defa yapılıyor ve bunun fikir babası olmak da benim için çok hoş bir duygu.
Ceren Oykut, ‘What is my name’
- Photo London’dan Art Stage Singapore’a kadar geniş bir skalada uluslararası fuarlara katılım sağlayacaksınız. Bu fuarlara hangi kriterleri göz önünde bulundurarak katılıyorsunuz?
Sanat evrensel bir olgudur ama yine de gözettiğimiz belli kriterler var. Avrupa fuarlarına şu anda daha az katılıyoruz Photo London hariç, onu fotoğraf fuarı olduğu için biraz konteks dışı tutuyorum. Ama genel anlamda Türk sanatçılarımızı en iyi şekilde temsil etmek ve görünürlüklerini farklı yerlerde güçlü bir şekilde sağlayabilmek için ağırlıklı doğu fuarlarını tercih ediyoruz bu dönem. Bu tercihin iki sebebi var. Birincisi, Avrupa ağır bir krizde şu anda dolayısıyla sanata -alım anlamında- ilgi çok düştü. İnsanlar Frieze gibi çok büyük bir fuara gittiklerinde garantili olsun diye orada çok tanınmış sanatçıların gösterildiği Masters adlı bölümden onların çok yüksek fiyatlı eserlerini satın alıyorlar veya ana fuara gittiklerinde dünyanın en önemli ilk 15-20 galerisinden alım yapıyorlar, ki bu galeriler, çete gibi her seferinde aynı fuarlara gidip duruyor, birbirlerinin gönlünü ve cebini eyleyip, bizim gibi küçük galericikleri top çevirir gibi, kalabalık gözüksün diye aralarına alıyorlar. Bize alan bırakmıyor ve standart müşterilerine satış yapıyorlar. O kadar ki, bu fuarların çok büyük bir bölümüne (dünyada senede 15 fuara katılan galeri var) katılarak bütün satışını buralarda yapan galeriler var. O 15 fuarda ellerinde yeni üretilmiş, eski üretilmiş ne kadar eser varsa onları satıyorlar. Çünkü ülkelerinde kriz var ve galerilerinde satış yapamıyorlar. Londra’da, Paris’te kendi galerinde uluslararası alanda onlardan eser alacak koleksiyoner sayısı Türkiye’ye göre çok daha fazla gibi gözükse de yine de alıcı ağırlıklı lokaldir (%80-90). Uluslararası fuar yaptığında tabii buralarda bir sürü uluslararası alıcı gelip özellikle bu galerin “büyük” uluslararası isimlerini görüp, milyon dolarlık rakamları bile sudan ucuz addederek koleksiyonlarına katıyorlar. Aynı şey kendi ülkelerinde, kendi galerilerinde olmuyor. Dolayısıyla sürekli fuarlara katılıyorlar. Lakin bu durum Türkiye’de tam tersi. Mesela, ben galeride satış yapabilen biriyim, benim sergi satış ortalamam genelde %50’nin altına düşmez, hatta bu ortalamanın üstüne çıktığı da olur. Bu mantıkta düşünürsen benim uluslararası fuarda satış yapmaya hiç ihtiyacım yok; ki biraz önce bahsettiğim Türk galerilerine bu fuarlarda oyuncak muamelesi yapılmasından dolayı oradaki satışlarımız son derece düşük.
- Peki doğu fuarları şu an kapitale sahip olan Arap ya da Uzak Doğulu alıcılardan dolayı mı revaçta? Avrupa yerine Türk sanatçıları tercih edebilecek doğuda daha rahat satış olur düşüncesi sebebiyle mi doğu fuarlarına katılım var?
Batıdaki finansal kriz, doğuya tam anlamıyla yansımış değil. Doğulu olduğumuz için doğu fuarlarına katılıyor değiliz; bunun başka sebepleri var. Mesela Singapur Fuarı, az sayıda galerinin olduğu, mekan büyüklüğü itibariyle optimum sayılabilecek bir fuar; gez gez bitmeyen, gezeni bedenen ve zihnen yoran bir fuar değil.
Bizim deneysel bir yönümüz de var. Dubai’yi de sayarsan bu zamana kadar uzak doğuda 10-11 civarı fuara katıldık. Bunun sebebi doğudaki ilginin batıya göre bizim açımızdan daha yüksek olması. Bunun sebebi Türkiye’yi doğuyu görmelerinden değil; bilakis batıdaki çok büyük fuarlarda pahalı ve üst düzey galerilerin bizleri hakir görüp mekan doldurmak için kullanmaları az önce izah ettiğim gibi; fakat doğuda böyle bir durum yok, herkes eşit...
Uluslararası fuarları nerede yaparsan yap, uluslararası fuarlar sana para kazandırmaz, onların PR getirileri olur. İsmen tanınırsın, fuarlar seni tanır, sen onları tanırsın, bu sayede bir sürü yeni galeri, koleksiyonerler, küratörler ve müzelerle tanışırsın. Satış olmayabilir, hemen işbirliği olmayabilir ama sonuç itibariyle bir havuz içine girersin ve bu doğuda ve batıda fark etmez. Önemli olan bundan sonrasını doğru kullanmaktır. Biz bir süredir devam ettirdiğimiz uluslararası fuar deneyimlerinin meyvesini bu sene almaya ve bahsettiğim “ahir” zamanı iyi kullanmaya başladık. Londra’da bir fuarda tanışmış olduğumuz Tayvanlı bir galeride Mayıs’ta Burcu Perçin’in sergisi var: Flugent Art diye oranın iyi düzeydeki galerilerinden birin bu... Avustralya’da bahsettiğim sergi var. Ceren Oykut’un Almanya’da görünürlüğünün yüksek olacağı bir sergi planlanıyor. Bunların yanında, ağırlıklı olarak Hollanda’da çalışmalarına devam eden Ahmet Polat’ın sergisi “A Bridge Too Far” da bu hafta İstanbul’da açıldı.
Yazın burada Güney Koreli bir sanatçının son derece keyifli olacağını düşündüğümüz bir sergisi var. Türkiye’de de ARTINTERNATIONAL ve Contemporary Istanbul katılımlarımıza devam ediyoruz.
Ahmet Polat, Unkapanı Köprüsü, 2015
- Son ve biraz magazinel soru o halde... Ülke politikalarının ve geçirdiğimiz dönemin, yurt dışı fuarlarında Türk sanatçılarına olan ilgiyi arttırdığını düşünüyor musunuz?
Hayır, zannetmiyorum. Çünkü Türkiye’deki politik konjonktür her zaman dünyadan farklı, ayrıksı olageldi: hep aşırı, hep marjinal... Bu nedenle ülkemizde zaten sanatsal üretimler, sosyal ve sosyopolitik konuları dışlayamaz. En sakin ortamda bile sistem eleştirisi içeren gizli ya da açık mesajlı sanatsal üretimler bu ülkede mutattır. Son tahlilde siyaset bizim hayatımızın sosyal yapımız itibariyle ayrılmaz bir parçası ve sanatın toplumsal hayatın bir yansıması olma yönü bu kadar kuvvetli iken buradaki sosyopolitik yapı sanat eseri üretimine ister istemez buram buram siniyor. Bu süreklilik içinde bizim bu saatten sonra uluslararası fuarlarda eserlerin içerikleri yüzünden daha fazla ilgi görmeleri pek olası değil. Diğer yandan içinde bulunduğumuz bu sürekli istim üstünde olma hali belki yurt dışında dönemsel olarak daha fazla göz önünde olmamızı sağlıyor ki bu da biraz “pity interest” (acıma ilgisi) denilen bahse yol açıyor. Bu durumlarda sergilenen eserleri gösteriyor ve siyasi göndermeleri anlatıyorsun, fakat aslında soranlar yalnızca anlatılan o konulara daha önce bu derece dahil değildiler, yoksa bu yansıma hep var. Şu an daha çok sormaları, tamamen daha çok (gazeteci tutuklanmaları, bomba patlamaları kaynaklı konulardan) haber olmamızdan kaynaklı bir “algıda seçicilik” meselesi, o kadar...
irmakozer.com Tarafından hazırlanmıştır.