Güncelleme Tarihi:
Nobel Ödüllü yazar Orhan Pamuk’un, ‘Masumiyet Müzesi’ adlı kitabıyla tanıştığımızda sene 2008’di. Kitapla aynı adı yaşayan ‘yazar müzesi’ geçen yıl açılmıştı. Yazarın yaklaşık 15 yıl üzerinde çalıştığı müzede 20’nci yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’daki gündelik hayatı temsil eden eşyalar sergileniyor. Sinema biletlerinden kibritlere, likör şişelerinden kapı kulplarına, minik biblolardan fotoğraflara uzanan, binlerce eşyadan oluşan koleksiyon, romanın 83 bölümünü temsil eden 83 kutuda yer alıyor.
SIKILIRSANIZ İLERLEYİN
İki aylık bir çalışmayla tüm müzeyi Orhan Pamuk’un sesinin eşliğinde gezebileceğiniz sesli bir rehber hazırlandı. Pamuk, sizi “Masumiyet Müzesi’ne hoş geldiniz. Ben Orhan Pamuk...” diye karşılıyor. Ardından kısa bir giriş konuşması yapıyor: “Bu binayı 1999’da satın aldığımda hem romanı yazmak hem de bu müzeyi kurmak vardı aklımda. Bu rehberde, romanın bölümleri ve müzenin kutuları hakkında tek tek bir şeyler söyledim.”
Bir buçuk saat süren yolculukta Orhan Pamuk hem kitaptan alıntılar yapıyor hem de kendi hislerini anlatıyor. Sesi kulağınızdayken kendinizi iyice romanın içinde gibi hissediyorsunuz ama kaçışın da serbest olduğunu ekliyor yazar: “Bu bir roman değil müze olduğu için, sıkılırsanız, ilerleyip öteki vitrine geçebilirsiniz. Mutlu ve eğlenceli bir gezi diliyorum.” Müzeyi Orhan Pamuk’un sesiyle gezmek için sadece 5 TL ödüyorsunuz.
Orhan yalnızca yazıyor
Hemen girişte sizi Kemal’in sekiz yılda saklayıp biriktirdiği Füsun’a ait 4213 adet sigara izmariti karşılıyor. Pamuk bunun bir takvim olduğunu anlatıyor: “Bu vitrini 1976-1984 arasında Kemal’in evli sevgilisi Füsun’un evinde ailesiyle birlikte ziyaretlerinin bir takvimi olarak da düşündüm. Kemal’in benden istediği gibi, Füsun’un içtiği sigaraların altına, o güne ilişkin kahramanımızın notunu tek tek yazdım. Bu iş bütün yaz sürdü. Kendimi Kemal gibi hissetmem, onun ağzından yazmam zor olmadı. Kemal’in cümlelerini yazarken bir yazardan çok bir zanaatkâr gibi hissettim kendimi. Kemal yaşamış, hatırlamış, hayal etmiş ve bana anlatmıştı. Ben Orhan, yalnızca yazıyordum.”
Ehliyet sınavından fazlası
Karşınızda Füsun’un bir elbisesi duruyor. Kemal, “1983 Nisan ayında Füsun’la ehliyet sınavı için çalışmaya başladık. İkimiz de bunun ehliyet sınavını geçmenin ötesinde, aramızdaki yakınlığın da bir sınavdan geçmesi demek olduğunu biliyorduk” diye anlatırken Orhan Pamuk’un sesi araya giriyor: “Şimdi vitrinin sağ kanadına bakalım. Füsun’un ehliyeti için gerekli evrakları tamamlamak için birlikte gittikleri devlet dairelerine ve aynı sokaklara Kemal, sırf hatırlamak ve bana anlatabilmek için yeniden gittiğinde, bütün bu ahşap evlerin yıkıldığını ve arnavutkaldırımı sokakların asfaltlandığını görmüş...”
Dünyevi zevkler
Kemal, Füsun’u kolay bulamayacağını anlayınca nişanlısı Sibel ile Boğaz’ın eski yalılarından birinde bir yaz geçirmişti. Kitabın kahramanı bu yazı, “Akşam yemeğini boğaza uzanan cumbada baş başa yerken, Şehir Hatları vapuru Kalender, tam önümüzden geçer; dümeni tutan bıyıklı, kasketli süvari, yemek masamızın üzerindeki istavritleri, patlıcan salatasını ve kızartmasını, beyaz peynir, kavun ve rakıyı görebildiği kaptan köşkünden, ‘Afiyet olsun’ diye seslenirdi” şeklinde anlatıyor. Pamuk’sa kahramanın aşkını hatırlatmasından ziyade verdikleri dünyevi hazlar yüzünden bu yiyeceklerden söz ettiğine dikkat çekip ekliyor: “Bu yüzden bu vitrinde, çok sevdiğim Hollanda ‘ölü doğa’ resimlerinden etkilenmiş olabilirim.”
Kim Kemal, kim Orhan?
Tur, çatı katındaki odada bitiyor. Burası, kitabın kahramanı Kemal’in, Orhan Pamuk’a hikâyesini anlattığı yer. Pamuk, yedi yıl boyunca bu küçük odada paylaştıkları şöyle anlatıyor: “2000 ile 2007 arasında pek çok gece önce Beyoğlu’nda bir meyhanede kafaları biraz dumanlar, sonra oradan beş dakikada müzeye inip çatı arasına çıkar, konuşmaya ve rakı içmeye devam ederdik. Bazen hayattan, aşktan, İstanbul’dan ve eşyalardan söz ederken birbirimize ne kadar çok benzediğimizi hisseder, bunu rakının etkisine verirdim. Bir-iki Kemal benim sandalyeme oturdu, ben de yatağa onun yerine uzandım. Dünyaya onun açısından baktığım anda ürperdim. Ben pekâlâ Kemal olabilirdim. Kendi hayatımı onun hayatı gibi, onun hayatını da kendi hayatım gibi anlatabilirdim. Bunun mümkün olduğunu her hissedişimde hangi sesin Kemal, hangi sesin Orhan olduğunun da fazla önemli olmadığını anlardım.”