Çölde 24 saat
Afrika!Her dem insanın nefesini kesip davetkâr pozlar veren güzelim kıta! Şimdi, bu kara kıtanın en kuzeyine, en kuzeyinin de en batısına gidiyoruz. Sloganlar yükseliyor duyuyor musun? Allah, El Vatan, El Melik! Fas Krallığı'na hoş geldik.
Ev Bezgini - FAS
O Nisan günü, uçağın tekeri Kazablanka'ya basar basmaz, büyülü bir dünyaya geldiğimin farkındaydım. Lakin belirtmekte yarar var, beni etkileyen Kazablanka değil, hemen güneyindeki El Jadida oldu ilkin.
Portekiz surları ve içindeki Mazagan Mahallesi, ne tam onarım görmüş ve yeniye karışıp aklı bulanan şehirlere dönmüş, ne de harabeye çevirmişler. Tam tadında. Gitmelik, görmelik ve çok sevmelik...
Hemen ardından geçtiğim kızıl şehir Marakeş, bir Fas ziyareti düşünülüyorsa eğer katiyen ıskalanmaması gereken bir nokta. Marakeş Çarşısı ve meydanlarındaki hercümerç, insana Hindistan'ı hatırlatıyor.
Guruba karşı bu son hurma bahçelerinde ya şevk içinde harap ya da aşk içinde bitap kalınca gönül*, Fas kulağına fısıldıyor: "Gel, daha da kuytulara, uzaklarıma, cezbeden tuzaklarıma gel!" (Yahya Kemal'in anısına saygıyla...)
Göğü turuncuya boyayan güzelim güneşin aydınlattığı asfaltlara atıyorum kendimi...
Rotam, yaklaşık 570 kilometre doğudaki Merzouga'yı gösteriyor. Yolun ilk etabında evvela Atlas Dağları'nı aşmak gerekiyor. Ardından inilen Ouarzazate'tan sonra yol hemen hemen düz.
Sıklıkla taşlı, çakıllı çöllerin arasından gidiliyor. Ara ara yerleşim yerlerine uğruyorsunuz. Kızıl topraktan yapılan köy evleri, uçsuz bucaksız ufuk çizgisi ile bu yol başlı başına bir serüven.
Yer yer denk gelinen sürüler, develer, papaya satıcıları ile insanın aklını alıyor. Polis kontrollerindeki rüşvetçi memurlar, hız sınırları ve cazibe noktaları ile sık sık otomobilden inmek zorunda kalıyorum.
Marakeş'ten Merzouga'ya yaklaşık 10 saat sürüyorum. Kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği bu yollarda insan içine içine bakıyor. O, ürperten uzaklık ve yalnızlık hissi şöyle bir yoklayıp geçtikçe, önce korkuyor, sonra alışıyorsun.
Ve hedefe vardığın vakit duyduğun heyecan, seni bir sonraki serüvende daha izole, daha uzak, daha zorlu yerlere gitmeye çağırıyor...
Fas'ın doğusuna, Cezayir sınırına doğru dayandıkça, neolitik çağdakilere benzer köyler beliriyor. Buralardaki yoksulluk, insanın aklının alamayacağı cinsten. Faslılar çok alıngan. Bu satırlarda, bu köyler ile ilgili "yoksul" yazıldığını bir duysalar, en sitem dolu sözlerini boca etmekten bir dakikacık bile imtina etmezler...
Bu alınganlık ve savunma hâli ile ilgili tutumlarını çocuklarına da aksettirdiklerini düşünüyorum. Zira katiyen fotoğraf çektirmiyorlar. Bu, büyük şehirlerinde de böyle, en fakir köylerinde de.
Hepsinin fermuarı bozuk, pabuçları yarım, elleri nasırlı ve fakat gözleri dünyalar güzeli... Faslı çocuklar çok güzel.
Yol üstünde mineral taşları satan bir kadın ve çocuklarına denk geliyorum. Burası çölün ortasında bir ev. Burada böylece bırakılmış gibiler. Ne yerler, ne içerler, başka bir evleri mi vardır acaba? Kocası gelir de gece bunları alır mı acaba diye sorular kafamı kurcalıyor. Fotoğraflarını çekmek istiyorum. Bunlar da kaçınıyor.
Bu fotoğrafları çekebilmenin en etkili yolunun, telefonumu evin küçük oğluna teslim edip ona pozlar vermek olduğunu kestirebiliyorum.
Bir sürü fotoğrafımı çekiyor oğlan. Hayır işin enfes tarafı, bunu kumpas olarak başlatmama rağmen, ilerleyen dakikalarda benim de bundan en az oğlan kadar müthiş haz almam...
Ve nihayetinde Faslı bir kadın, kızı ve oğlu, gözlerini objektiften kaçırmadan, benimle birlikte fotoğrafa gülümsüyor... Sevgi dilinin açamayacağı kapı yok...
Çöl demek, illaki kum demek değil. Taşlı topraklı, çorak dümdüz araziler de çöl. Bu topraklarda yer yer deve sürülerine denk geliyorum. Bu develer kimindir, nereden gelir, nereye gider, merak ediyorum. Fakat soracak bir Allah'ın kulu yok. Olsa da anlaşamıyoruz zaten. Gel fotoğrafını çekeyim hadi cicim demek gibi bir şey değil deve rotası öğrenmek.
Ve nihayet ulaşmaya çalıştığım kum tepeleri ufuk çizgisine yakın yerde görünüyor. O tepelerin de ardında Cezayir var. Hızla hedefime sokuluyorum. Çok heyecanlıyım ve meraktayım: Çöl bana neler gösterecek?
Kumulların kenarına kurulmuş bir otelde kalıyorum. Yorgun gecenin sabahında, açık penceremden içeri, develerin pof pof kuma basan ayaklarının çıkardığı ses geliyor. Bu muazzam!
Fırlayıp kendimi dışarı atıyorum. Burada günün hiçbir dakikasını ziyan edemem. Zorlu bir yolculukla geldim ve zamanım az. Kahvaltımı çölün içinde ediyorum. Otelim oldukça konforlu. Her tür imkânı var. Çölden bizim denizden yararlandığımız gibi yararlanıyorlar. Kenarına oteller yapıyorlar, yalı gibi... Kumulların içine çadır kurup kiralıyorlar, mavi yolculuk gibi... Deve turuna çıkarıyorlar, günlük tekne turu gibi...
Kumda acayip izler var. Bunlar birbirinden farklı. Kimi kocaman ve şekilsiz kütleler biçiminde, kimi fırça ile çizilmiş gibi, kimi kesik kesik...
Mesela bu esmer çocuk, kumda yürürken, o sessizliğin içinde hem tıkır tıkır ediyor, hem de kum yüzeyini nakış gibi işliyor. Bunlar hiç bilmediğim, görmediğim şeyler. Büyüleniyorum...
İzlerle birlikte bendeki yaşama sevincine bak. Nisan ayında henüz benim memleketime güneş bolca inmemişken, ıpılık kumların üstünde sevinçle koşuyorum. Garip bir sessizlik var. Sanki sesi emen perdeler var. Derinden bir uğultu gibi; tam tarif etmek mümkün değil.
Devecileri buluyorum. Niyetim elbette deve ile çölün içine doğru dalmak.
Çöl için uydurduğum kıyafetimin ayrıntılarını anlatayım. Şalvarım Nepal'den. Ayakkabılarımı Amerika Birleşik Devletleri'nden almıştım. Beyaz tunik Şile butiklerinden. Yakası fazla açık diye içime bağladığım yazma Beykozlu komşudan. Boynumdaki turuncu şal Hindistan'dan. Gözlüklerim Bodrum işportasından. Çöl, çöl olalı böyle tantana görmemiştir.
Ali diye bir rehber veriyorlar bana. Ali önde, ben arkada yola düşüyoruz. Ali cep telefonuyla konuşuyor. Bu biraz bozuyor tabii havayı. E şimdi benim tadım kaçmasın diye elin oğlu teknolojiden ödün mü verecek? Hem vermiyor, hem de bunlar aklının ucundan bile geçmiyor.
Deve işi biraz sıkıntılı. Tümseklere çıkarken çok iyi de inerken pek havaleli, insanın aklı gidiyor. Tümseği çıkmak deveye kolay, insana zor. Tümsekten inmek insana kolay, deveye ise sanırım çok eğlenceli. Deve sırtında "Allah, aman Ali, be careful please" diye bağıran biri, sanırım herkes için çok eğlencelidir.
Biraz dinlenmek için izin isteyince Ali deveyi durdurup beni indiriyor. Namaz vaktiymiş. Ben sağı solu izlerken, bir şey demeden namaza duruyor. Bu görüntü karşısında büyüleniyorum. Burası çölün sakince bir yeri. Birazdan tepeye çıktığımızda olacakları kestiremiyorum. Nereden kestireyim? Daha önce hiç çöle gitmedim ki.
Öyle bir noktaya geliyoruz ki, kumul karşımıza duvar gibi dikiliyor. Develer bile oraya çıkamazmış. Başka turistler de gelmiş ve develerini bırakıp yukarı çıkmışlar. Biz de Ali ile çıkmaya başlıyoruz. Zirveden ufka, hurma ağaçlarına, çökmüş develere ve sessizliğe bakış şahane...
Kumların arasında yer yer çukurlara girdiğimiz vakit, sanki küçük bir teneke kutuya kamçı ile vuruluyormuş gibi sesler duyuyorum. Çanağa benzettiğim çukurların üstünden rüzgârla savrulan kum tanelerinin, kütlelere çarparken çıkardığı ses bu. Böyle böyle kumullar her gün şeklini değiştiriyormuş. Bazan bir hafta önce orada olan bir kumul, bir hafta sonra yok olup gidebiliyormuş.
Ali bana bunları anlatırken çantamdan bu giysiyi çıkarıyorum. Yol boyunca, bilhassa Cezayir'e doğru yaklaştıkça, kadınların hep bu giysiye büründüğünü gördüm. Ali şaşırıyor hâliyle ama ben ömrümün en güzel fotoğraflarından birini, o çölde, bu deve çobanıyla, Fatih'ten aldığım bu giysi içinde çektiriveriyorum.
Fakat birazdan işler değişiyor. O en tepedeki kumulun zirvesine bir anda sert bir rüzgâr ulaşıyor. Toz duman ne varsa her şeyi birbirine katıyor. Ağzım burnum kapalı olmasa, bütün kum taneleri sanki ciğerlerime dolacakmış gibi hissediyorum ve şimdi anlıyorum adamlar niye yüzlerini sararak ilerliyor.
Yeniden aşağı indiğimizde sanki görünmeyen bir el geliyor, tepede esen sert rüzgârı orada tutuyor, bize ulaşmasını engelliyor. Çöl, mucizelerle dolu bir yer. Bambaşka bir deneyim...
Yine gitmek ve belki de bu kez, çölün koynundaki çadırlarda kalmak lazım. Hurma ağaçlarının altında, sessizce yıldızlara bakmak, sarı kumda yürüyen esmer çocuğun ayak tıkırtılarını dinlemek lazım. İnsan bazan kendi içine iltica etmeyi çok özlüyor. Bilhassa tekamül süreci ile birlikte, daha çok kendinle ve doğa ile kalmak istiyorsun. Şimdi düşünüyorum, ben bu yazıyı Üsküdar'daki eski mahallemde yazarken, o çöl yine orada, o hurmalar, o çadırlar, o develer, o çobanlar, o hayatlar... Dünyanın her yanı bambaşka hikâyelerle dolu. Hepsini okumak istiyorum. Biliyorum, ömrüm buna yetmeyecek. Olsun, yettiği kadar. İki hafta sonra yeniden beraberiz diye ümitteyim. Bir Ev Bezgini mottosu ile bitireyim: Gezmeyeceksek niye doğduk?