Fatih; 1960'larda birçok sanatçının doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı, ünlendiği, pırıl pırıl insanların dolaştığı, küfür ve tükürükten hiç eser olmadığı, Türkçeden başka bir dilin duyulmadığı bir semtin adıydı.
Yoğurtçusu, manavı, dondurmacısı, sütçüsü, bozacısı, eskicisi, seyyardı o zamanlar. Erkekler eşlerine ‘‘yahu’’, hanımlar kocalarına ‘‘bey’’, komşular birbirlerine ‘‘hu’’ diye seslenirdi. Her ayın 6 ve 26'sı benim Fikret annemin günüydü, öteki günler de başka annelerin. Bayramlarda tatile gidilmez, kandillerde hamur kızartılıp komşulara dağıtılır, tramvaylarda, otobüslerde yaşlılara yer verilir, erkekler ciklet çiğnemez, taksi şoförleri hanım müşteri aldıklarında dikiz aynasını tavana çevirir, ilkokul öğrencileri türban bağlamaz, ortaokul öğrencileri mini etekle gezmezdi. İşte o 1960'lı yıllarda Fevzi Paşa Caddesi'nde gezmeye çıktığınızda bir bakardınız ki, Türkan Şoray rahmetli annesi Meliha hanımla birlikte Çarşamba'daki evlerine dönüyor. Halıcılar Caddesi'nden inip Renk Sineması'nın önünden geçerken ya Sihirbazlar Kralı Mandrake Ertuğrul çıkardı karşınıza, ya da Doğan Hızlan üstadımız ya da sevgili Doğan Heper. Vatan Caddesi'ne doğru yaklaştığınızda penceresinden Nat King Cole'ün sesinin yükseldiği ev Erol Büyükburç'undu. Ud seslerinin geldiği ötedeki aparmanın 2. katı ise üstat Arif Sami Toker'in musiki derg'ahıydı. Halıcılar'la Akdeniz'i birbirine bağlayan Balipaşa Caddesi'nde ise Yurdaer Doğulu ile Metin Ersoy komşuydular, azıcık ötede de İsmet Sıral. Aynı caddeden devam ederken Gülşen Bubikoğlu adlı sevimli küçük kızın saçlarını okşadıktan sonra Akşemsettin Caddesi'ne gelirdiniz. Köşeden sola döndüğünüzde karşınıza çıkan büyük kahvehanenin üst katında Eşref Kolçak otururdu. Karşısındaki komşularından biri Müjdat Gezen, biraz ötedeki apartmanda Salim Ağırbaş. Hırka-i Şerif'teki apartmanın zemin katı ise Kamuran Akkor-Vasfi Uçaroğlu çiftinin ilk yuvalarıydı. Ve gün geldi Fatih o Fatih'likten çıktı, hepemiz çil yavrusu gibi bir yana dağıldık, kimimiz toprak oldu, kimimiz hayatta. Şimdilerde kimilerinin kızı ünlü, kimilerinin oğlu, kimilerinin de torunu.Mahalleden ağabeyim Eşref Kolçak'la 19 yıldır yaşadığı Gemlik'in Küçük Kumla'sındaki mütevazı bir yazlık sitedeki mütevazı dairesinde konuşurken bunlar gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Karşımdaki kır saçlı, sırım gibi yakışıklı adam, hálá Fetva Yokuşu'ndan mahallemize taşındığı dirilikteydi. Sevgili eşi Özcan ise hálá baba evi 28 odalı Zihni Paşa Konağı'nın prensesiydi sanki. Hey gidi koca Eşref hey!.. Bunca yıldır kadrin, kıymetin bilindi mi; neler gördün, neler yaşadın, neler yaptın, neler yapamadın; hatalarınla, sevaplarında ilk kez şunları doya doya anlat bize. Adını onca yıl yaşadığın Fatih'te bir çıkmaz sokağa bile vermediler, bakarsın Gemlik daha vefalı çıkar.
Zeybekte kendime ait figürlerim var
- Hiç tahmin etmiyorum ki Türkiye'de benden daha iyi Tavas zeybeği oynayan biri çıksın. Benim zeybekte kendime ait özel figürlerim var; ben dans ederken kendimden geçerim. Eski Taksim Gazinosu'nda rahmetli Çetin Karamanbey'in düğünü vardı, akrabası olan Cumhurbaşkanı Celal Bayar da gelmişti. Derken mikrofondan bir ses duyuldu; ‘‘Sayın Kolçak, çok güzel zeybek oynuyormuşsun, seni seyretmek istiyorum’’ dedi, baktım rahmetli Bayar. Çıktım, elimden geldiğince oynamaya çalıştım oynadım. Sonra beni tebrik etti: ‘‘Hayatımda gördüğüm en güzel Tavas zeybeğini oynadın’’ dedi. Atina'da 3 ay sahneye çıktım, hep ayakta alkışlandım. Şimdiki hale bakmayın, o zamanlar Yunanistan'da satılan her şey yumurta dahil Türkiye'den gelirdi. Yunanlılar bunları sokaklarda, pazarlarda iftiharla ‘‘Türk yumurtası, Türk portakalı, Türk limonu, Türk elması’’ diye ilan ederek satardı.
Tek hayalim Fatih’i oynamaktı
Toplam 90 filmimin yaklaşık 70'ine yakınında başrolde oynadım. Rahmetli Turhan Seyfioğlu ile Göksel Arsoy dışında karşılıklı oynamadığım kimse yok. Tek hayalim Fatih Sultan Mehmet'i oynamaktı, Harun'un dediği gibi bundan sonra bana ancak hocası Akşemsettin'i oynamak düşer.
Başrolde oynadığım ilk filmimden 800 lira aldım ama, sonradan çalıştığım istisnasız bütün film şirketleri paramın üstüne yattı. Sana yeminle söylüyorum, bugüne kadar bana ödenen para, ödenmeyenin ancak üçte biridir.
Türkiye'nin en iyi dansçılarındanım
- Tevazu bir yana, ben Türkiye'nin en iyi dansçılarının başında gelirim. Dans hayatım 1944'ten 1954'e kadar devam etti, hem de çok sıkı bir şekilde. Ne acıdır ki, hiçbir yapımcı bu yanımı göremedi, beni danslı bir filmde oynatmadı. Dansa çocukluğumdan beri meraklıydım, köyde rahmetli ağabeyim armonika çalardı, ben çok güzel kazaska oynardım. 1944'te Süleymaniye Halkevi'nde temsillerde oynarken bir arkadaşım bana gazetede çıkan bir ilanı gösterdi. ‘‘Atilla Revü ve Opereti, Maksim'de oynanacak ‘Değişen Dünya' opereti için yeni dançılar arıyor’’ diyordu. Sabah erkenden Maksim’e gittim. Dansçıları seçen heyette sonradan step hocam olan ünlü orkestra şefi Roberto Lorano ile Jak Biçaçi vardı. Birkaç hareket yaptırıp fiziğimize baktılar ve sonunda ben dahil 5 kişi seçildik. 2 ay süren provalardan sonra sahneye çıktık, bende müthiş bir heyecan. Hayatımın en güzel parasını o oyunda aldım, yevmiyem 201 kuruştu, sene 1944, büyük para. Ne yazık ki, oyunun ömrü uzun sürmedi. Bunun üzerine 24 genç kız, 6 genç erkekten oluşan ekip komple Ses Tiyatrosu'na geçtik. Bu kadro içinde rahmetli Reha Yurdakul, Sezer Sezin ve Nevin Aypar, Ayla Karaca vardı. 1949'da askere gidene kadar Ses Tiyatrosu'ndan hiç ayrılmadım. Daha sonra 4 arkadaş bir araya gelip pavyonlarda dans gösterisi yapmaya başladık. Ben, Yılmaz Duru, İrma diye Alman bir kadın ve Arap Necla diye bir kızcağız. Rahmetli Fehmi Ege'nin orkestrası eşliğinde yarım saate yakın program yapardık.
Ben Türkiye'nin Fred Astair'iysem, Yılmaz Duru da Gene Kelly'sidir. Bizim zamanımızda dans valsle başlar, tangoyla devam eder, fokstrota geçer, swing olur, rumba, çaça, mambo, kongayla devam eder, swingle biterdi. En çok çalıştığımız yerler Pigal Bar ve Londra Bar'dı. O zamanlar barlara kim olursanız olun kravatsız giremezdiniz. Konsomasyon yapan hanımlarla ancak bar içinde arkadaşlık yapabilirdiniz, dışarıya çıkarmak yok. İçki fiyatları ise 1,5 ila 2,5 lira arasında değişirdi, cinfiz, votka filan. 1951'de beni dans gösterisi için Yunanistan'a davet ettiler.
Rus olan annem Müslüman olup Hateme adını almış
- Yenerciğim, iftiharla söyleyeyim, ben ‘‘çarıklı erkanı harp’’im. 20 Ocak 1927 Erzurum İspir'in şimdiki adıyla Gaziler köyünde doğdum. Babam Harun Kolçakoğlu atadan oralı, annem ise Rus. Asıl adı Katya olan annem babamla evlendikten sonra Müslüman olup Hateme adını almış. Benim köyümde okul yoktu, iki arkadaş her sabah yağmur, kar altında 10 kilometre yol yürüyüp İspir'deki okula giderdik. Köyde önden penceresi olan tek ev bizimkiydi, 5 numara gaz lambası yakan da bizdik. Köyümüzdeki evlerin en az iki duvarı toprak içindeydi, kiremit, saç, tuğla bilinmezdi. 1938'de Erzurum'a taşındık, babam orada esnaflığa başladı. 1941'de Erzurum Cumhuriyet İlkokulu'ndan mezun olduğumda rahmetli babam ve ağabeyim çalışmak üzere İstanbul'a gitmişlerdi. Ben de rahmetli anacığımla 3. mevki kompartımanda 3 gün 3 gece tren yolculuğundan sonra Haydarpaşa'ya indik. Hayatımda denizi ilk defa görüyorum, vapurla karşıya geçerken şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Ve o gün İstanbul'da ilk kazığı da yedim. Karaköy'den Hocapaşa'ya gitmek için bir taksiye bindik, vicdansız şoför bizden 1 lira aldı. Düşün ki, Süleymaniye'deki evimizin kirası 2 liraydı. Annemin yanındaki paranın tamamı zaten 7 liraydı. Daha sonra Sultanahmet Erkek Sanat Enstitüsü'ne yazıldım, 2 sene okuduktan sonra tahsili bıraktım. Ondan sonra hayat öğrenimime Süleymaniye Halkevi'nde devam ettim ve bugünlere geldim.
Kenan Pars’la gerçek baltalarla dövüştük
Rol gereği filmlerde en çok kavga ettiğim kişi Kenan Pars'tır. Kenan'la ‘‘Kanlarıyla Ödediler’’ filmi için Yüksekkaldırım'daki eski Sancak Sineması'nın damında hakiki baltalarla yaptığımız kavga muhteşemdi.
Hülya Avşar'la birkaç filmde oynadım, çok başarılı bir sanatçı. Hiçbir işinde en küçük bir sahtekarlık yok, içinden geldiği gibi oynuyor, konuşuyor. Ben onu az buçuk Muhterem Nur'a benzetiyorum.
YARIN: Cahide Sonku’nun 10 lira istediği an yıkıldım