Artık hiçbir şey sahici değil

Onun adı Dost. Cem Mumcu’nun en yakın dostu. 14 yıldır. Çok iyi anlaşıyorlar, öpüşüp koklaşıyorlar.

Kedi Mis, onları kıskanmıyor. Yüksek tavanlı, bol kitaplı, güzel, huzurlu bir ev. Zeynep de iyi bir ev sahibesi. Cem Mumcu yazar, Okuyanus Yayınları’nın sahibi. Ama bir kimliği daha var: Psikiyatr. Bu kez bir hekimle, memleketteki ruh halleri üzerine konuştuk...

Diğer bütün sıfatlarınızın yanında hekimsiniz aynı zamanda. Hekimlik mesleği sizde nasıl bir duygu uyandırıyor? /images/100/0x0/55ea4a8ff018fbb8f8765e2f

- Tıp Fakültesi’ne girmeye karar verdiğimde, psikiyatr babam beni karşısına aldı ve dedi ki: "Hekim ne demek biliyor musun? Hekim, hikmet sahibi olan demek." Ne var ki günümüzde yapılan hekimliğin hikmetle uzaktan yakından alakası yok.

Nasıl yani?

- Diyelim ki, tarlamda saçmasapan bir ürün çoğaldı. Keçiboynuzunun poposu. Ne yapacağımı bilmiyorum ama büyük parti mal var elimde. Gidiyorum bir reklam ajansına, stratejiste anlatıyorum, "Ümitsiz vaka ama yine de brainstorming yapalım" diyorlar. Kırmızı kravatlı, blazer ceketli bir doktor buluyorlar ve ona "Bizim yüzümüz olur musunuz? Bu ürün şahanedir der misiniz" diyorlar. O da cebine attığı milyon dolarlar karşılığında "Hay hay" diyor ve çıkıyor, "Keçiboynuzunun poposunu eskiden atardık ama erkek cinselliğine müthiş faydalı bir üründür. Elimizde bu konuda yapılmış bir araştırma var!" diyor. Artık tıp ve bilim ne yazık ki bu durumda...

Psikiyatri bundan nasıl nasibini alıyor?

- Şöyle: Amerikan Psikiyatri Birliği’nin çıkarttığı kitaplar var. Psikiyatrik tanılar bu kitaplara göre konuyor. Bizim Kuranımız onlar. Ne var ki mesela DSM 2’de homoseksüalite bir hastalıktır denirken, DSM 3’de birden artık hastalık olmaktan çıkıyor. Kitap, güncellendiği için değil...

Ne için peki?

- Gay’ler, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin toplantısını bastığı için. Yanlış anlaşılmasın gay’liğe karşı değilim. Artık hiçbir ölçünün kalmadığını anlatmaya çalışıyorum. Çok güçlü bir şirket, bir ilacı, bir ürünü çok faydalı gibi gösterebiliyor, öyle olmasa da. Gerçeklik duygumu kaybedeli çok uzun zaman oldu.

Sizin dünyanın geri kalanıyla ne alakanız var? Kendi hastalarınızla uğraşmak yetmiyor mu?

- Aynen öyle yapıyorum zaten. Kendime bir sistem kurdum, dedim ki ben 2 ile 8 arası çalışırım. Günde sadece 6 terapi. Bunun ötesinde kim gelse fark etmez. Arzı artırmıyorum. "Sabahın 9’da başlayıp daha fazla para kazanayım" demiyorum. 15 dakika görüp ilaçla göndermiyorum. Yapılan da bu işte...

Parayı nereden kazanıyorsunuz? Yayınevinden mi, yazarlıktan mı, hekimlikten mi?

- Hiç sormayın, sadece hekimlikten kazanıyorum rızkımı. Evim yok. Bir tane arabam var, bankada para yok. Bazen korkuyorum ya bana ya da karıma bir şey olursa, hastalanırsak. Bu çok rahatsız edici bir kaygı çünkü ancak iki ay idare ederiz. Sonra evin kirasını bile ödeyemem. Ama yanlış anlaşılmasın, hayat standardımız iyi, Tayland’a, oradan bilmem nereye gidebiliyoruz mesela...

Yayınevi peki?

- Kendi yağıyla kavrulmak zorunda, artık destekleyecek halim kalmadı. Benim de hatalarım oldu tabii. Sevdiğim kitapları yayınlamak gafletinde bulundum. Benim istediğim kitaplar, az satan kitaplar. "Artık bana sormayın, yoksa batacak burası, siz ne istiyorsanız onu basın" dedim.

Şu anda moda psikiyatrlardansınız. Size gelmek trend mi?

- Bunu küfür gibi algılıyorum. Allah göstermesin. Hiç arzu etmediğim ve hak etmediğimi düşündüğüm bir konumlanma.

İyi de niye geliyorlar size...

- Kim bilir. Birine iyi gelmişimdir. O da öbürüne önermiştir...

Bir de "ünlülerin psikiyatrı" lafı var...

- Bu daha da fena. Zaten bu "ünlüler" kelimesiyle sorunum var. Çocukluğumda, bir işi iyi yapan meşhur olurdu. Ama şimdi ünlüler diye ne olduğu belli olmayan, topyekün bir grup var. Kim ulan bu ünlüler? Bir çuvala doldurulmuş, meslekleri ve mesnetleri belli olmayan insanlar. Ne yapmışlar da ünlü olmuşlar? Küçüklüğümüzde, "İyi insan olalım, hemşire, itfaiyeci olalım" derdik. Niye? Çünkü faydamız olursa, kabul görürüz diye düşünürdük. Şimdi böyle şeyler yok. Nasıl yaparım da görünürüm? Bütün mesele bu. Uzun zamandır şunu anlatmaya çalışıyorum: Bireysel yaralarla yaşıyoruz ama sorun aslında topyekün bir sorun. Her şeye artık şüpheyle bakıyorum. Gerçeklik zemini çökmüş durumda. Hayattaki en çekici şey sahiciliktir, en karizmatik şey. Ne var ki bu kayboldu. Çevremizde gördüğümüz hiçbir şey sahici değil artık. Bu hale geldik. İnsanlar da, duygular da, oyunlar da, aşklar da. Gerçeklik zemininin çöktüğü yerde, var olmanın tek yolu sahte yaşamak. Biz de onu yapıyoruz. Herkes "mış" gibi olmanın peşinde. Ve bu gerçek olmayan halde, var olmanın acılarını taşıyoruz hepimiz...

Basitleşme, sade hayat, gerçeklik, sahicilik, biz bunları mı özledik...

- Elbette. Ama bunu söylemenin kime ne faydası var? Kılığımız, kıyafetimiz, eş seçimimiz, yaşam tarzımız, hatta mesleklerimiz hiçbir şeyimiz sahici değil artık...

Nasıl yani?

- Eskiden giyecek bir şey alırken dokunarak, kumaşına bakarak karar verirdik. Şimdi kimin giydiğine bakarak karar veriyoruz. Durum çok acayip, zemin çok kaygan. Televizyon öyle, gazeteler öyle, edebiyat öyle, yazarlar öyle...

Riya, hayatımızda ne kadar önemli bir yer tutuyor?


- En önemli yeri tutuyor.

Bunu nasıl onarmaya çalışıyorsunuz?

- Ben bireysel olarak onarmaya çalışıyorum ama burada toplumsal olarak korkunç bir psikoz var. Ben ancak o kişiyi kurtarabiliyorum.

Yeniden samimiyete dönebilmek mümkün mü?

- Başka çaremiz yok ki. Biz eşim Zeynep’le arabaya biniyoruz, köy köy, kasaba kasaba bütün Türkiye’yi dolaşıyoruz. Kendimden utandığım bir sürü yer oldu. Mesela Urfa şehri beni utandırmıştır. Ben Urfa’ya karşı eziğimdir. O şehirde yanıma yaklaşan herkese, "Acaba benden bir şey mi isteyecek?" diye baktım. Her defasında da utandım. Hiçbir şey istemediler. Hep verdiler. Ben de salak gibi şüpheyle baktım, pis bir İstanbullu olarak. Oysa ya evine davet etti ya yemek ısmarlamaya çalıştı. Çaykara’da köprüye bakıyoruz, yanımıza sakat bir adam geldi. Köprünün hikayesini anlattı, çok tatlı ama içimden "Bunun mutlaka bir şeye ihtiyacı vardır" dedim, "Sigaran var mı?" dedi, ya işte ben haklıyım, koştum arabadan bir paket sigara aldım, verdim. Gene utandım. Çünkü "Ben bu paketi ne yapayım?" dedi. "Bir tane." Meğer o güzel sohbeti bir tane sigarayla tellendirmekten söz edermiş...

Başka ne sahte?

- Aşk, ilişkiler, seks...

Bir arkadaşım, "Etrafımdaki bütün evliler müthiş bir seks hayatları olduğunu söylüyor ama topluluk içinde ne bir akış var aralarında ne birbirlerine dokunuyorlar. Bunlar yalan söylüyorlar" dedi. Yalan mı söylüyorlar, kendilerine de mi "miş" gibi yapıyorlar?

- İkisi de. Türkiye, eşleriyle mutsuz olan insanların evliliklerini sürdürme cenneti. Özellikle de İstanbul. Statükolar yüzünden evlilikler devam ediyor. Ama neler neler oluyor aslında.

Psikiyatra gelince bütün gerçekleri söylüyorlar mı?

- Söylüyorlar. E bana da söylesinler. Ben herkesin hüznünü görüyorum.

Nedir terapist?

- Terapist, oyun bozandır. Ben kimselerin onlara söylemeyi cesaret edemediği şeyleri söylüyorum. Oyunu bozuyorum. Onları sarsıyorum. Ama onlar da beni sarsıyor. Bir hastam bir ay filan gelmedi, "Neredesin?" dedim. "O kadar çok sorunum vardı ki, bir de seninle uğraşamayacaktım!" dedi, çok hoşuma gitti. Terapi öyle bir şeydir. "Gittim de Cem Mumcu beni öptü, sevdi, yumuşattı." Yok öyle bir şey. Fena halde can yakıcıdır. İnsanın kendisiyle ilgili keşiflerde bulunmasıdır. Zannedildiği gibi, psikiyatr terapide insanların sırtını sıvazlamaz. "A canım, seni de kimse anlamıyor" demez. Çok yorucu, çok kanlı bir süreçtir...

Yaşadıklarınızın bıraktığı tortu ne?

- Hüzün.

"Ya gidelim buralardan ya da kabuğumuza çekilelim" mi?

- Şu anda yapabildiğim kaçmak. Edebiyat çevresinden de, psikiyatr çevresinden de, yayıncı çevresinden de kaçmak. Bu eve çok insan geliyor ama çok faklı insanlar, biri Çemberlitaş Hamamı’nın sahibi, bir tanesi yazar, bir tanesi bakkal, bir tanesi bilgisayar mühendisi, bir tanesi kuaför. Artık gerçekten sahici bulduğum insanlarla görüşüyorum. Kendimi koruyorum. Kirlenmemeye çalışıyorum. Bazen Eminönü’ne gittiğimde orada esnaf kepengini indiriyor, çaylar söyleniyor, millet birbirine siftah atıyor, acayip sahici, yıkanıyorum... Çaykara, Trabzon, Akçaabat’a gittiğimde da yıkanıyorum. Güneydoğu içimi yıkıyor. Her şey başka bir boyuta geldi. Direnç gösterecek kadar gücüm yoksa da, kendimi korumak istiyorum. Dua ediyorum işe giderken. "İdrak düzeyimi arttır, içimle dışım arasındaki mesafeyi iyice daralt ve iyi bir insan olmayı nasip et Allahım" diye.

ARTIK HERKES ARTİST HERKES SAHNEDE

Bir restoranda, restoranın genel uğultusunu duyarız. Ama birdenbire bir kadın gelir, müthiş kahkahalar atar, bütün konuştuklarını duymaya başlarız. İlginin merkezi olur. "Centre of attention." Seksten başka her şeyi seksüalize eder bu tipler. Bir kadehi yudumlayışında bile "Ulan be!" dersin. "Histriyonik kişilik bozukluğu"dur bu. Bir gösterme hali, bir "center of attention" hali. Ama dünya böyle giderse, bu durum, bir hastalık ve kişilik bozukluğu sınıflandırılmasından kaldırılmak zorunda. Çünkü normali bu oldu. Hepimiz bir gösterme halindeyiz. Histriyonik kişilik, bütün dünyaya yayılan bir rüzgar. Artık sakin, efendi, ağır ve tevekkül sahibi Doğulu’ya da bulaştı. Artık herkes artist. Herkes sahnede olunca, koltuklar boşalıyor. Herkes vitrinde olunca, vitrinin önünden kim geçecek...

DÖRDÜ DE BENİ ALDATTI

Bir psikiyatr, insanı cırt diye çözer mi bir konuşmada...

- Hiç alakası yok. Tamamen yanılgı. Gecenin bir yarısı, bir barda mesela, "Sizi gördüğüm çok iyi oldu" deyip insanlar bana rüyalarını anlatıyorlar. Ben onun rüya sembollerini anlamadan, o rüyayı çözemem ki. Biz öyle Tanrı rölünde filan değiliz. Ama tabii ki, bir sürü insandan farklı bir halim vardır. Yıllarca ayakkabıcılık yapsam, bir ayakkabıya baktığımda köselesi iyi midir kötü müdür farkında olmadan anlıyor olabilirim...

Var mı böyle örnekler?

- E oluyor. Bir keresinde muayenehaneden çıktım, bir toplantıya gideceğim. Pat beni yayınevinden aradılar, "Toplantıdan önce bir uğra" dediler, ben de taksi şoföründen çekine çekine rica ettim, eziğim ya, "Lafı mı olur abi?" dedi. İşimi hallettim, koştura koştura geldim, baktım inmiş arabadan camları siliyor, beni gördü, "Neden bu kadar acele ediyorsunuz?" dedi. Kapımı açtı, beni oturttu filan. İçimden "İşte ya" dedim, "Bu adamla her yere gidilir, kibar, anlayışlı..." Farkında olmadan bunlar geçiyor aklımdan. Sohbet etmeye başladık. Genellikle de söylemem mesleğimi. Ama söyledim. "Abi siz ne yapıyorsunuz orada?" dedi. "Moral mi veriyorsunuz insanlara? Şöyle şöyle mi yapın diyorsunuz?" "Pek öyle olmuyor" dedim. "Mesela bana geliyorsun diyorsun ki, son 4 sevgilim tarafından da aldatıldım, ben de sana bunun bir tesadüf olmadığını söylüyorum..." Zank diye frene bastı ve döndü "Abi sen nereden biliyorsun?" dedi, "Evet 4’ü de beni aldattı." Bu bir tesadüf müdür, yoksa ben onun bu kadar iyiyken, bazı kadınlar tarafından aldatılma ihtimalini gördüm de mi söyledim bilmiyorum.

YOKSA SİZ DE EZİK MİSİNİZ

Geçenlerde genç bir hastam, "Ezik" kavramından söz etti bana. O ne biliyor musunuz, ezik kim biliyor musunuz? Zor durumda birini gördüğünde hüzünlenen, büyüklerine karşı dikkatli davranan, aç biriyle karşılaştığında acıma hisseden, gözyaşı döken, kısacası diğerlerine karşı saygılı olmak gibi "değerleri" içeren çocukların şu an lisedeki adı "ezik". Arkadaşları onlara "ezik" diyorlar. Yani bütün bu olumlu özellikler tiye alınıyor. Sizi bilmem ama ben kendimi fena halde ezik hissediyorum. Eziğim. Ve gittikçe eziliyorum. Her yerde eziliyorum...
Yazarın Tüm Yazıları